27 Ekim 2007 Cumartesi

Geçen haftasonunun fotoğraflarını aldım Olgu'dan. O yüzden biraz daha Amsterdamı da gördüm, valla belgelemesi. Bu fotoğraflar hep Olgu Çalışkan tarafından yani.

Yüzümü gösteriim biraz. Ahanda ben. Elvan Hoca demişti galiba zamanında, mimar milleti fotoğraf çektiğinde nötron bombası etkisi yapar, binalar öylece durur tüm insanlar kaybolur diye. Kimdi hatırlamıyorum, birisi Kayseri'deyken acaip yoğun kavşağın tam ortasındaki 1900 bişi İttihat Terakki binasının fotoğrafını tek bir araba olmadan yapayalnız çekmeyi başarmıştı da :) Bi yığın bina falan koyuyorum buraya ben yokum. Kim inanır sonra di mi..
Olgu'yla oturduğumuz bu yer 2. Dünya Savaşı Anıtı'nın olduğu meydan, valla, o üzerimizdeki masum bir kırmızı ışık. (Daha ilk fotodan yalan olduğu da ortaya çıktı yani, bu nasıl Olgu tarafından çekilmiş olabilir ki. Peki bunu Merve Çekti.)

Çeşit çeşit bir sürü meydan, bilindiği üzere, tüm Avrupa'da. Meydan diyince akla trafik kavşağı ya da otopark gelen bir ülkeden gelince insan her birine ayrıca bayılıyor.

Buranın sağ tarafı eski kocaman kilise solu red light district. Biri diğerinin yan endüstrisi ama hangisi hangisinin bilemedim, dedim, herkes pek güldü, çok hoşum valla, ilahi.

Berlage'nin adı daha önce geçmiş olan binası. Girişin üstündeki yüzü cephede bedeni tavanda olan kabartmalar çok hoştu. Niye çekmemişiz ki. Bi dahakine.

Nefis bir enstrüman. O yuvarlak oyukların her biri başka bir nota veriyor, hatta muhtemelen mesafeye göre perdesiz gibi sonsuz ses de sağlıyordur. Hem perküsyon hem melodi sağlıyor yani. Çaldığı şey gayet zengindi, adamı görünceye kadar bir mağazadan falan gelen müzik sanmıştım.Burda muhteşem olan tek tek anıtlar değil de doku daha çok. Katedralleri bile başka yerdekilerden daha mütevazi. Zeminin yumuşaklığı önemli bir faktör ama, diye açıklıyordu bir kitap, bunun Dutchların gösterişten uzak karakteriyle de ilgisi var. Amsterdam'da herhangi bir kanalın yanındaki herhangi bir dizi bina. Kartpostal gibi.

İşte bunun güzel bir fotosunu bir yerden yakalasam da bir yazsam diye ne zamandır bekliyordum. O kadar çok var ki bunlardan. Bisikletin bu kadar yoğun kullanıldığı ve çok el değiştirdiği böyle bir yerde bisikletlerin hayat döngüleri çok ilginç olabiliyor. Bir çoğu kullanılmayacak duruma geldiğinde işe yarar parçaları 40-50 €luk toplama bisikletlere gidiyor. Bazıları satmakla uğraşmayıp çalınsın diye öylece orta yere bırakıyorlar. Bu onlardan biri değil belli ki, çünkü korkuluğa kilitli. Bunlar en dramatikleri oluyor. Birileri sarhoş kafayla buraya bıraktı da sonra nereye bıraktığını hiç hatırlayamadı mı, yoksa çekip gitti başka bir yerde yaşamaya başladı da sonra hiç arayıp sormadı mı belli değil. Ama böyle öylece ölmeye terkedilmiş bisikletlerden o kadar çok gördüm ki. Bi de bunun tam tersi olanlar var, bisiklet yolda giderken yalvarıyor, bırak artık huzur içinde öleyim diye de tepesinde büyük bir ciddiyetle çırpına çırpına pedal çevirmeye devam ediyorlar. Bazıları bisiklete çok para vermemeye özen gösteriyor. Başka şehirlerden gidip gelenler mesela, çoğunlukla iki bisiklet kullanıyor, evinden biriyle gara, garda bisikleti bağlayıp trenle öbür kente, orda garda bağlı duran bisikletle işine. Böyle olunca üç kişilik bir aile 5-6 bisiklet kullanabiliyor. Bir de trene alınmasına izin verilen küçük katlanabilir bisikletler var. Ama onlar hem çok pahalı, hem de sirkvari bir görüntü veriyor.

Biraz daha Delft;

Olgu bizim yurdun caddesinin çok güzel bir fotoğrafını çekmiş. Gerçi yurt dememeye özen gösteriyoruz 30 yaş civarı eşşek kadarlar olarak, farkettim ki bir ben değil herkes öyle. Ev. O kadar.

Delft, Beestenmarkt.

Bir başka gezelim, görelim, öğrenelim, eğlenelim, ama yetinmeyelim, yaşamak kime yeter, belgeleyelim, paylaşalım, arkadaşlarımızı sıkalım, kendi kendimize de açıp açıp bakalım, iyiyim ben di mi, iyiyim, iyiyim, bak buraya öyle yazmışım programında daha görüşmek vesaire.

Şarkı kalsın daha. Daha geçmedi Deniz bebeğin ilk heyecanı...

22 Ekim 2007 Pazartesi


Bugün Deniz doğdu! Pek şeniz, pek neşeliyiz, keyifliyiz hepimiz. Ta buradan bile beni de heyecan bastı. 9'dan önce yataktan çıkamayan ben 7.30da kör karanlıkta (yes, tam aydınlanması şimdiden 8.30a yaklaştı. Kışın nasıl yaşanacak hiç bilmiyorum. Hele yaz saati bitince.) attım kendimi yataktan, dön dön bi yere kadar. Çok geçmeden Özgem arayıp nefis haberi verdi zaten. Şimdi sabırsızlıkla Umut'un fotoğrafları bir yerlere yüklemesini bekliyorum. Anlatılanlar nefis, herkeste bir heyecan, bi şaşkınlık, bi ağzı kulaklarında "oolum lan, ya, vay be!" halleri. Berna'yla Memusunkinin de yolda olduğu haberi geldi. Başka gaza gelen de olur kesin, döndüğümde ortalık velet dolu olacak. Hehe, yani lan, vay be...

Şarkı elbette bebek için :) 1975 İzmir'den 21. Peron diye bir gruptan, bi dönem ilginç şeyler yapıp kaybolmuşlar. Çok doğrudan olabilir belki ama bebek için bu size ne.

Pazar günü, Amsterdam, nihayet. Önce Andy Warhol sergisi. Pek gerekli deildi aslında ama gayet zengin bi Warhol kolleksiyonu geçici bir süre için Amsterdam'daydı, görmek gerekirdi, gördük. Ben bu adamı oldum olası sevemedim. Bence bu Warhol denilen adam, çok çok canı sıkılan bir adam, tüm yaptığı da biz fanilere ne kadar çok canı sıkıldığını anlatmak. Bi dönem için ilginçtir herhalde ama. Yani "bir sergi salonunun duvarında bir Campbell çorba konservesinin çok banal bir resminden yan yan 8-10 tane asılı olduğunu düşünün" ifadesini duyup bunu düşünmek ile gidip bunun yapılmış halini görmek arasında pek de bir fark yoksa, yani estetik/entelektüel deneyim açısından, ben bunu "iyi bir fikir"den daha fazlası kılan şeyin ne olduğunu bulamıyorum. Filmlerse olağanüstü sıkıcıydı zaten, yani insanın şımarıklık diyeceği geliyor. Aynı müzenin kalıcı sergi salonlarında bazı Fluxus videoları falan vardı, çok çok daha ilginçtiler.

Sonra Rijksmuseum, çok büyüleyiciydi tabi, en çok da Rembrandt'lar. Tüm 17. yy. Hollanda ressamlarının ışıkla yaptıkları nefis, ama özellikle bazı Rembrandt'lar müthiş güçlüydü. Genç kendi portresiyle Prophet Hanna mesela. İkicisinde yüz karanlıkta kalıp daha az işlenmişken elin detay seviyesi ve canlılığı okuma hareketini öyle güzel canlandırmış ki. Bunlara gidip iyice yakından bakmak müthiş oluyor. Etki çok büyüleyici.





























Vermeer'lar biraz hayal kırıklığı oldu, çünkü çok azdılar. Meşhur süt döken kız zaten Japonya'ya gitmiş bir süreliğine. Mektup okuyanı vardı. O da çok güzel. Ben hep çok sevmişimdir Vermeer'ı. Ama başka Vermeer'ların nerelerde olduğunu öğreniyoruz yavaş yavaş. Asıl Delft'te var tabi bir merkez ama gittiğimde kapısında "iflas yüzünden kaplıyız" yazıyodu, sizin yüzünüzden işte der gibi.

Müze gezmek yorucu bir şey. İkincisi bittiğinde saat altı olmuştu ve canımız çıkmıştı. Bi yerde oturup iki üç bira içip döndük.

Amsterdam fazla turistik bir yer gibi geldi, her şey "ne kadar ilginciz di mi" diye bağırıyodu. Red light district de öyle bir şey. Berlage'nin eski Stock Exchange binasını bulmaya çalışıyorduk (1902, bişeylerin değişmeye başladığı zamanlara işaret eden önemli bir bina, asıl orta holünü görmek istemiştim ama vakit kaybetmemeye karar verdik). Sonra iç çamaşırı mağazasının vitrini sandığım yerde vitrin mankeni sandığım kadın kımıldayınca farkettim nerede olduğumuzu. Abes bi görüntü valla.

O ekip de güzel bir ekipti, dönüş yolunda bi kaç aktarma yapmak zorunda kaldık ama bu bizi çok eğlendirdi. Yorgunluğu sinir bozukluğuna değil kakarakikiriye dönüştürebilen ekipler gezmek için iyidir.

Herkesten uzaktayım ama Deniz'in resmini bloga koyan ilk ben oldum naaber. Tembel dümbelekler sizi..

16 Ekim 2007 Salı

Güzel, şirin bir haftasonu oldu. (Bi dakka olmaz, bi toparla, hangisi?) Peki, şirin bir haftasonu oldu. Cumartesi sabahı Utrecht'i iptal etmek zorunda kaldım, onun yerine Delft'te şirin (artık) bir gün geçirdim. Öğlen burdaki Türk kominitesinin bir kısmıyla, ve Olgu'nun ofis arkadaşı olan Egbert ile, (g'yi o genizden gelen h olarak okuduklarına göre böyle yazıldığını tahmin ediyorum. Ama bu o daha Arap olan geniz h'siyle aynı değil, bu daha yukarıdan, tam boğazdan değil, daha damağa yakın bir geniz.) Beestenmarkt'ta biralar içilip sohbet edildi. Ali Hoca'dan bahsetmek gerek. Ali Hoca ODTÜ Mimarlık'tan, o zamanın sıkılarından, 12 Eylül zamanı ülkeyi terketmek zorunda kalanlardan. İşkence anılarına girdiği zaman biz gençlerin önümüze bakıp bir yorum yapma saygısızlığında bulunmadan dinlemeye çalıştığımız kuşaktan. Daha önceki muhabbetlerimizde bize tam jüri zamanı sağcıların fakülteyi basacaklarını önceden öğrenip de hazırlanıp gittikleri ve faşistler camlardan içeri ellerinde dinamit lokumlarıyla daldıkları zaman hepsini nasıl "indirdiklerini" anlatışı unutulmaz. Uzun süre Amerika'da kalmış, orda okumuş, çalışmış, sonra buraya gelmiş, yıllardır da burada. Buranın standartlarına göre, Prof. olmadan bir insanın görebileceği en üst düzey saygıyı görerek yaşayan akademisyenlerinden birisi, benim anladığım. Son dört-beş yıldır Türkiye'ye gidip gelebiliyor, hatta orada yerel yönetimlerle çalışıyor, bir fark yaratmaya çalışıyor. Güzel bir insan. Geçen cumartesi ilginç olan, İzmir'den açıldı konu, Ali Hoca "İzmir'de yaşanmaz, leş gibi kokuyor bi kere, Ankara güzel" dedi de, nasıl anlatacağımızı bilemedik, yok hocam, 5-10 yıldır körfezin kokusu kalmadı, onu hallettiler, İzmir gittikçe daha da güzel bir yer oluyor, asıl Ankara bir battı ki bildiğiniz gibi, değil diye. İnsan utanıyor, yani ben utanıyorum, benim kendimi bildiğim kadar zamanı Ankara'da, bir o kadar zamanı da Türkiye'ye giremeyerek geçirmiş bir güzel adama son durumu anlatmaya.


Beestenmarkt ise daha önce burada "çınarlı meydan" olarak geçmiş olan yer. Eski hayvan pazarı oluyor, netekim, beestenmarkt bu demek. Şimdi tamamı çınarlarla örtülü meydanın etrafındaki cafe ve barların masalarıyla dolu, çok hoş bir açık havada bira içip pancake yiyip sohbet edelim güzellemesi. Çok ilginç bir adet, bir takım insanlar burda özellikle geceleri, boş masa olsa bile ortalık yerde ayakta durup bira içip sohbet ediyor. Ama biralar "büfe"den alınan efes kutu biralar değil, bunlara da aynı garsonlar servis veriyor, aynı hesabı ödüyorlar. Ayakta durmayı seven insanlar bunlar. Mekan ekonomisi alışkanlığı ile ilgili olsa gerek. Haftasonları güzel havalarda cıvıl cıvıl bir yer oluyor. Ne zaman gitsem tam ortadaki çoook naif inek heykeline tırmanan bazı çocuklar oluyor, ana babası bi yerlerde oturup kahve ya da bira içen. Çocuklara davranış şekilleri bu; kaç kere gördüm, el kadar da olsa çocukları resmen salıyorlar çayıra. İki-üç yaşındaki bebecik, orda kuru yaprakların ve kumların arasında nasıl yuvarlanıyor, anne babası ötede oturmuş kahvelerini yudumlarken. Hiç ööle aman evladım dikkat etleri yok. Yine calvinist disiplinle ilgili bir şey herhalde, anlatılmıştı, ufacık bebecik babasının arkasından yürüken düşüp yuvarlanıyor da, babasının tüm yaptığı durup beklemek, kalksın da tekrar yürümeye başlasın diye, bir yandan sabırsızlık belirtilerini saklamadan. Bisikletlerle de aynı, ben de gördüm, önden bir anne ya da baba kocaman bisikletiyle gidiyor, arkada çocuklar küçük bisikletleriyle (yani sadece kas değil dişli farkı da çok açık) nasıl çırpınıyorlar ayak uyduracaz diye. E iyi bir şey herhalde, el kadar ülkenin beş yüz yıl dünyayı sömürmesini sağlayan bu eğitimse..

Geçen haftasonu da gerçekten güzel bir hava vardı ama. Ankaradaki kurak yazdan sonra güneşi bu kadar özlemiş olmam garip, demek ki tamamı bulutlu beş gün yetiyor. Beestanmarkt'ta içilen biralardan sonra herkes işinin başına dönünce bisikletle gezmeye heveslendim. Üniversitenin doğu tarafında kalan daha önce gitmediğim bölgeye gittim, bir çeşit botanik parkın bu tarafta olduğunu bilerek. Bulduğum bu mu bilmiyorum ama çok güzel bir park ve kamp alanlarıyla çevrili bir göle çıktım. Cumartesi günü sadece pedal çevirdim, keşif amaçlı. Pazar günü, yine Alper'in hadi güneş altında ööleden sonra birası içelim ayartmasndan ve iki bira sonra çalışmaya dönmesinden sonra ise daha planlı gittim aynı yere, çantama kitabımı ve elmamı koyarak. Buralarda pedal çevirmek bana çocukluğumun en güzel zamanlarıyla ilgili nefis flash-back'ler verdi. Bu çocukluğumun-en-güzel-zamanları benim için Manyas'ta bisiklet tepesinde geçmiştir, ve biz o zaman Manyas'ta bisiklet yazlarını "en iyi tur zamanını kim yapacak meydanları"nda geçirmediğimiz zamanlar yakın köylere gidip gelerek geçiriridik. Ve peyzaj, temel öğeler itibarıyla aynı, çünkü Manyas da ova memleketidir, yani Manyas'ta tepe köyleri de vardı ama biz doğal olarak bisikletle gitmek için tepe köylerini değil ova köylerini tercih ederdik. Bisikletle gidilecek keyifli yol demek, sakin sakin şırıldayan derenin yanındaki kavaklar boyunca kıvrılan yol demekti. Ve ben geçen gün neredeyse o yoldaydım. Sadece su, sakin şırıldayan dere değil, dümdüz bir kanaldı, kavaklar daha canlı ve daha sağlıklıydı, yol traktörler ve çoban köpekleriyle gönülsüz paylaşılan bir yol değil (ki köpekler her zaman yarışmak konusunda son derece zorlayıcı olmuşlardır, hiç de sormazlar halin var mı diye), sadece bisikletler için inşa edilmiş bir yoldu (italikleri bu medeniyet seviyesine saygımdan kullanıyorum), çiftlik binaları yokluğu değil pastoral bir çeşit zevki ifade ediyorlardı, ve ister inanın ister inanmayın, tezek kokusu daha güzel bir tezek kokusuydu. Ve tabi ki bisikletim, artık vitesleri falan olan daha afili bir bisiklet.

Yorulduktan sonra gölün hemen kenarında kitabımı okumak için uzandığım yerin 20 metre solunda şezlonguna uzanıp oltasını sallayıp kitabını okuyan bir adamcaız vardı, 30 metre sağında ise kıçının kılları ağarmış iki yaşlıca adam çırılçıplak soyunmuş güneşleniyordu. (Kıçının kılları ağarmış derken hilal-i ahmere konuşmuyorum yani, gördüm ki söylüyorum.) Bir an önce kendime ucuz bir kilim ya da pad gibi bi şey almam gerek, bu memleketin çimleri her daim ıslak. Bu göl bizim Eymir'den az küçük gibi, yani etrafında bir tur atmak daha kısa sürüyor, ama Eymir ince uzun, nehirimsi bir göldür, bu tam yuvarlak, o yüzden daha bir "su birikintisi" havası veriyor. Dinlendikten sonra hiç oyalanmadan tekrar seleye atladım, çünkü allah kahretsin, bu memlekette bisikletle gezmek çok zevkli. Kavak, çınar ve söğüt (bu sırayla) favori ağaçlarım olmuştur ve burası bunlarla dolu. Bunların altı tertemiz dümdüz asfalttan (Alperin dediği gibi, bunlar asfalt dökmekle ilgili bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyorlar?) bisiklet yollarından ibaret ve bu yolda bırak motorlu araçları, yayayla karşılaştığın zaman ne işin var kardeşim benim bisikletimin yolunda diye kızma hakkın var (geçen pazar bir grup çinliye yaptığım gibi). Ben ki sportif bir insan değilim, ama şu ara kendi bedenimle hiç olmadığım kadar barışığım. Pedala asılırsın, fizik kuralları karşı koyar, rezistansı hissedersin, ve hayır dersin, bu daha hızlı olabilir, rüzgar suratına vurur, pedala gücünü kabul ettirirsin ve birden daha rahat dönmeye başlar. Seviyorum ben bu bisiklet işini, yedi yaşımdan beri. Çünkü bu, mesela bir yüzme havuzunda olacağı gibi, kendi kendine olup biten bir şey değil. Burada kavağın yaprakları arasından yalayıp geçen akşam güneşinin estetiği var. Uzayan gölgeler var. Rüzgarın sesi var. Bence bisiklet sporla sanatın kesişiminde.


Fotoğraflar: Google earth vs.

Müzik: bu sefer uzunca bir şarkı. Porcupine tree, the sky moves sideways. Eski güzel progressive'lerin hatırına çalışan yenice gruplardan, mars volta'dan sonra iyi müziğin devamı sayarım bunları. Aslında burda elimin altında bir editor'um olsa ilk 8 dakikasını falan kesip koyardım ama geri kalan 26 küsür dakikanın da bir zararı yok. Ama o ilk kısmı çok güzel Pink Floyd, ben özellikle 4:45 civarında başlayan bölüme bayılıyorum. Sözler de çok güzel, özellikle nakarat; sometimes I feel like a fist, sometimes I am the color of air, sometimes it's only afterwards I find out I'm not there. Çok, çok güzel. Sonra o temiz gitar solo. Çok bariz gilmour, sadece temiz Strat soundu diil, tavır da öle, ilk akorun etrafında dolaştıktan sonra akor değişimini (bası takip ederek) gayet yuvarlak bir şekilde (tam onu demeden ama onun etrafında dönerek) göze sokan tarz, çok kibar ama çok bariz, çok yumuşak ama çok belirleyici. Gilmour tarzı bu, bu Pink Floyd. ve ismi veren o cümle, ifade ekonomisinin çok güzel bir örneği bence; we watch the sky moves sideways, yani, yattık yere bir yandan çok huzurlu hissederken gökyüzünde günün akşama dönüşünü seyrettik demenin çok derin ve serin bir şekli diil mi, yani eğer gökyüzü yan yan kayıyosa bu başka nasıl mümkün olabilir ki.. Geri kalan kısım gayet harbi, iyi cins progressive rock, oryantal, neyimsi gitar kısımları hariç, ondan britiş bebeler etkilensin, ben harbi neyzenleri dinlemiş bi insanım, hem erkan oğur bunu yıllar önce yaptı. (Bu arada bu "alternative take", şarkının orjinal hali deil, ama ticari bir albüme bunu koymuş olmaları durumu nispeten affettiriyor. Alternative kelimesinden nefret eder oldum, "şu sizin için, bu bizim için" der gibi, dinleyiciyi aşağılayan bir tavır bence)

12 Ekim 2007 Cuma


Asterix hayranları hareketi iyi bilirler. Obelix işaret parmağıyla kafasına "toc-toc-toc" şeklinde vurur ve der ki: "these Romans are crazy". (pekala, benim Asterix kültürüm Balıkesir Sırrı Yırcalı Anadolu Lisesi'nin kütüphanesindeki -gayet de zengin- ingilizce Asterix külliyatına dayanır. O yüzden "tak-tak-tak" değil "toc-toc-toc" ve saire. Dilde yozlaşma falan diye köklerimi inkar edecek değilim. Siz bana matematiği feni ingilizce öğrettiniz, yani, hayret bi şii.) (Bu arada Obelix olan Gerard Depardieu sinemada gördüğümüz en muhteşem şeylerden birisi değil midir? Yani, bu adam çok ağır rolleri de oynadı, ama ben mesela Marlon Brando'yu Obelix olarak düşünemiyorum, ben onu sadece ağır rollerde gördüm. Bu oyunculukta bir gömlek öte bişey midir. Bilmiyorum. Sinemadan anlamam.) Çeşitli maceralarda bunun "these egyptians are crazy", "these britons are crazy" çeşitlemeleri vardır. (versiyon yazıp sonra silip çeşitleme yazıyorum ama naaber.) Hollandalılardan bahsediyorum. Ve onlar turkü nasıl kolay genelliyorsa öyle kolay genelliyorum; "bu kuzeyliler are crazy".

Aslında burda bir çeşit ters yüz edilmiş bir metafor söz konusu. Yani Obelix kuzeyliydi, romalılar akdenizliydi. Ama o zaman durumlar da şu ankine göre gayet ters yüzdü; Roma; Akdeniz medeniyetti, kuzeyliler barbardı. Şu an, en az beş yüz yıldır kusacak kadar zengin kuzeylilerden bahsediyoruz. Şunu söylemeye çalışıyorum, abi, bi acaipler.

En köklü gurur kaynakları güvenilirlikleri olan bir ulus, tarih boyunca bunu pazarlamışlar ve bununla zengin olmuşlar. Gayet anlaşılır, bir o kadar zamandır bu adamlar doğaya karşı bizim tam olarak kavrayamayacağımız bir mücadele içinde yaşıyorlar, yani deniz kıyısında olup deniz seviyesinin altında olan topraklarda; disiplin tek varoluş biçimleri olmalı, başka yolu yok. Ama yine de. İstasyondaki platformda trenin 14:37'de geleceği yazıyorsa ve 14:38'de tren daha ortada yoksa suratı asılan bir millet. Öğle tatilinde yemeğini yedikten sonra "iyi çalışmalar" diyip zart diye ofislerine çekilen insanlar, "e kahve?" diye kalıyorsun asansörün önünde. (Behruz Çinici, bizim ODTÜ'deki fakülteyi tasarlarken bir çeşit vecd halinda olmuş olmalı, tüm binada kahve/çay-sigara yapıp muhabbet edilecek m2'nin gerçekten iş yapılan m2'ye oranı neredeyse 1'dir.) Öğle yemeğinden anladıkları zaten iki parça ekmek arasında bir parça peynir ya da dışı kroket gibi görünen ama içi vıcık vıcık bişey, ya da çok ağır kokulu her bi şeyi suya at karıştır bir çorba. (Daha önce ingilizler için de söylenmiş olduğu gibi, Lord have mercy on the people here for the terrible food these people must eat.) Bizim oranın sandviçlerini özleyeceğim aklımın ucundan geçmezdi, ama o tavuğun/köftenin/dönerin yanındaki marul yaprağı, turşu, domates, rus salatası, mayonez vs. burada ayrıca öğünden sayılıyor. Sosyal binanın yemekleri mevzuunu hiç açmıyorum, açan da noolsun.

Emre'nin anlattığı: burda insanlara "bi ara beraber bi kahve içelim" dersin ve defterlerini açıp "önümüzdeki ay 15iyle 18i arası uygun, olur" derler. Çocukcaızın alt katına Meksikalı erasmus öğrencileri taşınmış, bi akşam merdivende karşılaştıklarında "pasta yaptık gelsene beraber yiyelim" demişler de adamın gözleri dolmuş, allaam, normal insanlar, nihayet, diye. Burada Akdenizliler çok çabuk kaynaşıyoruz zaten, Portekizliler, İspanyollar, italyanlar. Haftalar önce bir ortamda arkadaşın arkadaşının arkadaşı olarak tanıştırıldığım insanlar fakültede bana öyle içten selamlar veriyorlar ki, adamlar özlemişler, belli..

İlk geldiğim zamanlar çınarlı meydanda (ki bu kentin en güzel yerlerinden biri ayrıca yazmak gerek) otururken garson elinden tepsiyi kaydırdı, bardak düştü kırıldı, herkes o tarafa döndü baktı falan, yıllardır buralarda olan ekip dalga geçti ; "artık kesin gazetelerde yazar" diye. Öyle bir yer. İnanın bana, bu kuzeyliler are crazy...

Aslında gayet öznel şeylerden bahsediyoruz. Geçen haftasonu ODTÜ'den hocalarımızla yemek yerken ve tam olarak bu konu konuşuluyorken, mesele Alper'in eninde sonunda bu calvinist disipline ayak uydurabileceğine geldi. Sonra bana dönüp "Bilge ise..." dediler, "bilge'nin hiç alakası yok, biz bilgeyi Küba'ya gönderelim". İyi bişey mi dediler kötü bişey mi bilemedim..


Müzik: Santana, Borbeletta'dan Mirage. Santana'nın kocayıp da maskara olmadan önce Santana olduğu zamanlardan.

9 Ekim 2007 Salı

Müzik de Var!!

Blog postlarına artık siz sevgili arkadaşlarım için bir günün/haftanın/postun/vsnin şarkısı eşlik etmekte biricik dostlarım (biricik dostlar da hoş oksimoron oldu ama neyse, listeye girmez). Böylelikle Ankara'dayken iki bira içip iki kelam muhabbet etmek için evime kadar gelmiş olanlara çektirdiğim "bak süper bi şarkı buldum yeni, dinle, dur gitme, sus konuşma, şarkıyı dinle, nasıl süper di mi, hadi bana nasıl da süper bir şarkı bulmuş olduğumu anlat" eziyetine 2500 km. uzaktayken bile devam edebilecem :)

İlk olarak, tabi ki, Frank Zappa, Zomby Woof. Karmaşık ama eğlenceli, bildiğimiz rock'n roll ama hem de jazz/klasik müzik yapısıyla üstadın tüm dehasını gayet kompakt bir şekilde aktaran klasik bir Zappa ekstravaganzası.

7 Ekim 2007 Pazar

Cumartesi joint program görüşmeleri için ODTÜ'den gelen hocalarımıza ev sahipliği yaptık, yani ev sahipliği derken lafın gelişi, daha çok onlar bizi gezdirdiler.

(1924 yılından Oud tasarımı, özgün bina savaş sırasında bombardımanda yıkılmış, 1986 yılında aslına uygun olarak tekrar inşa edilmiş. Çok tipik ve çok güzel bir De Stijl. Çok hayranlık verici bir modern mirasa sahip çıkma örneği.)

(1933, mimarın ismini hatırlamıyorum ama tipik Corbusien. Onarmaktalar.)

(Museum Park'taki binanın tombiş kulesine bayıldım. Bu, ara dönemin eski tektoniğe ve eski teknolojiye sahip ama daha soyut bir geometrinin arayışındaki binalarına bayılıyorum. Bunlardan çok var.)

(Erasmus köprüsü gerçekten güzel. Heryerden güzel görünüyor.)

Rotterdam, NAI'deki sergiler, Museum Park, Kunsthal. Akşam Hotel New York, pek hoş bir restoran, yer bulabilmek için biraz türk aklı gerekti, ama oldu işte bir şekilde.

(Hotel New York. Bu nokta Amerika'ya gidip gelenler için merkez portmuş.)

Pazar günü öğleden sonra güneşi de görünce kendimi dışarı attım. Islaktı çimler ama ODTÜ'lüyüm ben, çim lazım bana.

(Kentin eski kapısı bu yattığım yer. Vermeer'in bu kapıyı gösteren bir resmi var -kapı en sağda. Vermeer Delft'li bu arada, bilmeyenler için, "İnci Küpeli Kız" yani, izlediyseniz, aha bu memleket işte.)

Güneş çıktığı zaman özellikle, kanalların üstü bir çeşit yosunla kaplanıyor, bazen tamamen kapatarak. Özellikle küçük kanallar bi değişik oluyor. Bir gece yürürken, kendi kendime "tehlikeli valla, bir gece dönüş yolunda kafam da güzel olursa, ta ordan dolaşacaıma şuracıktan geçiversem ya diyip kanala dalarım ben" diye düşünüyordum ki, Alper "ben bir gece şurdan geçivereyim diyip bunun üstünde yürümeye kalkabilirim kesin" dedi. His bu yani...


Bu arada gecikmiş bir not; henüz burda makinam olmadığı için fotoları hep Alper'den alıyorum. Bunlar hep onun çektikleri yani, kredisini vermeli :) Aksi belirtilmediği sürece foto: Alper S. Alkan. Yukarıda ayağımın ve eski kapının olduğu mesela, onu ben çektim. Düzgün referans vermeli, PhD olcam yarın öbürgün..

3 Ekim 2007 Çarşamba

Şöyle hissetmeye başladım:
İkinci çizgide sürünüyorum ve Hoşi'deki taşımdan yeterince faydalanmıyorum.
Şu demek:
Go'da, özellikle açılışta, oyunun orta aşamasına kadar yapılan hamlelerin toplamı iki farklı amacın dengesini taşımalı; alan elde etmek [territory] ve etki yaratmak [influence]. Oyun sonunda elde edilen alan + öldürülen taşlar sayılır, birincisi asıldır, pekala bir oyun kimse hiç bir taş öldürmeden bitebilir. Territory'ye yönelik hamleler çabucak elde edilen, cepteki puandır. Influence'a yönelik hamleler oyun ortası çekişmelerine yönelik [mid-game fight] yapılan hazırlık hamleleridir. Go tahtası çok büyüktür (19X19). Taraflardan biri her yerde birden territory elde etmeyi aklından bile geçiremez, nihayetinde iki taraf eş bir sırayla oynar. Dengeden kasıt kazanılan territory'ye karşı verilen influence'ın, ya da tam tersinin, iki taraftan birine bariz bir üstünlük sağlamıyor olmasındadır. Bin yıllık birikmiş Go aklı şöyle söyler; üçüncü çizgide oluşturulan duvarın sağladığı territory'ye paralel dördüncü çizgideki duvarın influence'ı dengededir.

Bu, elbette lokal bir hesaptır ve tahtanın genel dağılımı bu yargıyı her zaman etkiler. Ama yerel olarak nötr bir hesap bunu söyler. Burada beyaz duvarın elde etmiş olduğu cepteki puan, der, siyah duvarın tahtanın ortasındaki muhtemel mücadelelere yönelik elde etmiş olduğu pozisyonel avantaja eşittir. Bu hesaba göre, beyazın duvarını bir çizgi yukarıdan, dördüncü çizgiden kurması, siyah ne çeşit bir influence elde ediyor olursa olsun, siyah açısından kabul edilemez. Ve ikinci çizgi beyaz için son derece zavallıdır. O yüzden ikinci çizgiden duvar kurmaya yönelik hamle dizisine "sürünmek" denir. Yani insan üçüncü çizgide duvar örer, dördüncü çizgide neşesine neşe katar, ikinci çizgideki aynı hamle dizisi sürünmektir. (Elbette oyun sonunda ikinci çizgiden, hatta birinci çizgiden oynanır. Bu aşama artık 2-3 puanın hesabının yapıldığı zamandır ve bu hamleler çoğu zaman alan elde etmeye değil, rakibin elde ettiği alandan azıcık çalmaya yönelik hamlelerdir [reduction play].)

Hoşi "yıldız" demektir. Tahtada işaretlenmiş, her köşedeki orijine göre 4-4, 10-4 ve 10-10 koordinatları 9 tane hoşi yapar. Açılış teorisi öncelik sırasını köşe, kenar, orta şeklinde kurduğundan (hız, yani verim açısından; köşede örneğin 5 puanlık territory sağlayan öldürülemeyecek bir grup kurmak 6 hamle sürebilir, kenarda 8 hamle gerekir, ortada 11 hamle), burada ve pek çok yerde hoşi dendiğinde ilk anlaşılan 4-4 noktasıdır (yukarıdaki köşede Q4). Modern Go ile birlikte (anladığım kadarıyla 30'lar civarında oyun bir çeşit devrim geçirmiş ve kavrayış ve kuram derinliği bir çeşit sıçrama yaşamış. Sonrasına "modern go" diyorlar. Ne kadar manidar di mi) 4-4 noktası son derece popüler bir açılış haline gelmiş. 4-4 açılışının erdemi şuradadır; bu son derece esnek bir hamledir. Öncelikle yüksek bir hamledir (tahtanın kenarına yakın: alçak, uzak: yüksek). Ama çok da yüksek değil, rakibin yaklaşma hamlesine göre (kakari: köşeye yapılan ilk hamleye cevaben yapılan yaklaşma hamlesi) alçalıp sağlam territory yapan bir gruba dönüşebilir. Ama alçak, doğrudan territory'ye yönelik bir hamle de değildir, öyle gerekiyorsa köşeden tamamen vazgeçip güçlü bir influence'a dönüşebilir. Ve aynı durumdaki iki 3-4 hamlesinden birinde olacağı gibi bu bir çeşit geri çekilme de sayılmaz, yani, madem köşeyi kapatmayıp dışarıya oynayacaktın, niye alçak oynadın di mi.. O yüzden, tüm data base'lerde iki siyah iki beyazın dört 4-4 noktasını alması en yüksek oranlı ilk dört hamle haline gelmiştir. Hoşi taşı iyi, güçlü bir taştır ve iyi kullanmak gerekir.

Yukarıdaki diagram abzürdlük derecesinde saçma bir dizi hamleyi vermekte. (Böyle bir diagramı internette hiç bir yerde bulamayacağım için kendim yaptım. Panda kullanıyorum, igs'nin sitesinden indirilebilir, http://www.pandanet.co.jp/English/ Internette oynamak, bilgisayara karşı oynamak -GnuGo kullanıyor. En tuttuğum program değil. Biraz uyuz sanki, Win Honte, ya da Aya-Go daha bi kavgacı- ya da böyle diyagramlar yapmak için gayet iyi) Şimdi sıra beyazda ve tahtanın geri kalanındaki duruma göre A'dan E'ye hepsi de siyahı zavallı durumuna düşüren bir yığın hamlesi var.

Şimdi, asıl mesele şu: bu köşeye ilk oynayan siyahtı, burasının onun çöplüğü olması gerekir. Ama tek yaptığı 3-5 puan için sürünmek...

Hollanda'dan bahsetmiyorum. TU Delft'ten bahsetmiyorum. Akademiden bahsediyorum. Hayattan bahsediyorum...

Olan şu; dün danışmanımla buluştum. Bir ay sonra nihayet çalışmam üzerine azıcık konuşabildik. Bana bildiğimiz, çok teknik kritiği verdi; table of contents şöyle olsun, şurasına bunu ekle, şunları azalt, bunları arttır. Ben bunun karşılığında kendimi çok mutlu hissettim. Çünkü bana "ben bunlardan anlamam, bunu çalışma da şunu çalış" demesinden korkuyordum, çünkü bu oluyor, eğer direnmezse Alper'e olacak. Ama kadın konuyu anlamış, benimsemiş, bundan doktora tezi olur diye kabullenmiş, üzerine bana zaten iyi bildiğim, herkesin bildiği, ama benim bildiğim halde bir sebeple yapmamayı tercih ettiğim şeyleri yapmamı öneriyor. Beyaz olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor. Ve ben mutlu oluyorum. Çünkü beni oyunda tutuyor. Ben de mutlulukla sürünüyorum üç beş puan için. Dediklerini de yapıcam zaten. Bu köşede yaşayan bir grup tutayım yeter. Becerimi öbür köşede gösteririm artık.

Neyse. Naapayım...


Büyüksün Myspace..

From: THEROCKSHOWFRANCE THEROCKSH..

myspace.com/therockshowfrance

Date: Sep 27, 2007 4:50 PM

Subject: Hi

Body:

Hasret is great.

If you want to send a cdr of recordings I will certainly play hasret on the World Calling show

my home address is

Russ JAMES

xxxxxxxx

FRANCE

ok laters

Russ

1 Ekim 2007 Pazartesi

Yaşlandık.. Gençten sayılmayız artık, genç insanlardan değiliz. Cumartesi mesela, akşama doğru iki bira içelim istedik, öncesinden gözüme kestirdiğim Be-Bop isimli bir jazz bara gittik. Arkada hafif hafif jazz çalıyor olması dışında yerel pub tadında bir yerdi; 40-45 grubu insanlar çoluk çocuk gelmişler bir yandan birbirleriyle bir yandan ak saçlı barmenle muhabbet ediyorlar. Yaşlanmış olmanın dalaleti şu ki, hoşumuza gitti, kitabımız alıp geliriz bir iki bira içmeye, özellikle dışarısı soğuksa, diye düşündük. Ertesi gün başka bir yerde bir konsere gittim, pazar günü saat üçteki bir konserden çok fazla bir şey beklemeden. Durum aynı, sahnedeki ve 40-50 kişilik seyirci grubundaki yaş ortalaması yine 40 civarı, eğer birilerinin veletleri oldukları çok aşikar tipleri çıkarırsak. Müzik gayet hoş, Ankara'da doğru düzgün canlı müzik olduğu zamanlardaki gibi. İki saksafonlu line-up ile bizim (80ler zırvalamalarına girmeden önceki) Flu'yu andırıyorlar. Onlar kadar ilginç değillerdi, daha kapalı blues-soul bir repertuarları vardı, ama onlar kadar becerikliydiler. E yine çok hoşuma gitti.. Bu tip insanlar arasındayken kendi cinsim içinde hissediyorum. O kuşağın müziğini çok sevdim ben, o kuşağın herşeyini sevdim. Hiç ihtiyarlamayacak bir kuşağın peşine takılıp vaktimden önce yaşlandım, kader.
Yapacak bir şey yok, aynı yerde cuma akşamı "we all love 80s 90s" partisi varmış. 90lar, allahaşkına! 90ları retro partilere konu edecek kuşaktan olmadığım açık be, yani daha dündü işte...

Cumartesi günleri bit pazarı gibi bir şey kuruluyor. Şimdilik sadece gezip bakınıp eğleniyorum. Kendimi tutmaya çalışıyorum,beni çok çarpan ya da çok ilgili bir şey çıkmadığı sürece, yoksa biliyorum içimdeki çöpçüyü durduramıyacağımı. Bildik antikalardan kitaba, çok eski metal kutular gibi ıvır zıvır gündelik eşyadan eski oyuncaklara bi yığın şey var. Ama ben her "şu nefis süt arabası oyuncağı/sigara kutusu/avrupada üzüm çeşitleri haritası/x-şeklindeki-y-açacağı sadece n yuro" diyişimde bir yıl üçünde üç defa ev taşımış olmanın öğrettiklerini hatırlamaya çalışıyorum.

Bir de vakit bolluğundan, ya da sosyal çevrenin darlığından, go'ya döndüm, igs'ye (internet go server) dadandım tekrar, iyi oldu. Geçen akşam benden çok daha iyi biri (galiba ingilteredendi ama kaç yaşındadır, erkek midir kadın mıdır, ne iş yapar bilmiyorum; seviyorum böyle amaca yönelik internet ortamlarındaki kimliksizliği) perişan etti beni oyunda. Bittikten sonra ben kaybettiğim daha ortalarda belliyken oyunu sündürdüğüm için özür diledim, vaktini boş yere harcamış hissettiyse diye, hoşuna gitmiş olacak gece üçe kadar bana oynadığımız oyunu review etti, hataları gösterip, nasıl daha iyi olsa anlatıp.. Ne iyi insanlar var.