27 Kasım 2007 Salı

Introduction to Architecture'daki slaytlardan başlayarak modern mimarlık üzerine her en-mühimler serisinde mutlaka yeri olan ve bi şekilde uğramalı diye gelir gelmez haritalardan bakıp yerini ezberlediğim bir binayı yakından görebildim sonunda; Rietveld, 1924, Schroder House (tüm 321 sınıflarının kafasında de Stijl=bu slayt refleksi vardır). Gerçekten çok güzel. Çok çok çok güzel. Daha önce de demiştim ama bu sefer daha net; bir roman kahramanıyla tanışmak gibi..

Başka önemli binalar da gördük, Utrecht'te üniversite civarına gitmişken. Koolhaas'ın Educatorium'u (1997) ve Wiel Arets'in kütüphane binası (2004). Öğrenci jargonuna "fold yapmış" ve "black box yapmış" ifadelerinin girişine önayak olan binalar.

Buraya böyle binalarla ilgili bişeyler yazarken olası okuyucu grubunun karışıklığı işi zorlaştırıyor. Blogu sürekli takip eden çekirdek grubun Ankara'daki yakın arkadaş grubu olduğunu biliyorum, temel hedef kitle mimar olmayan bi grup yani. Ama okuldan da insanların zaman zaman açıp baktıklarını biliyorum. Temel bilgi de onlara abes.

O yüzden aslında aktarılan temel şey şu; gittim benim için önemli olan, yaptığım işle ilgili mühim bazı şeyleri yerinde gördüm, ey eş dost, yani demeyin ki, Bilge'yi de gönderdik oraya ama anca bira içip göbeini kaşıyo..

Cuma akşamı küçük bir grup Alper'lerde yemek yiyip sohbet ettik. Onların burdaki ilk kabulüydü, ama nasıl özlemişiz ki bu ev muhabbeti işini, tatlı tatlı sohbet etmesiyle, bağıra çağıra politika tartışmasıyla falan her şeyiyle, eh biz kalkalım artık dediğimizde sabah yediydi. Üç ay önceydi en son, veda yemeğinden sonra eve gittiğimizde. En tatlı şeylerden biriydi, hep beraber bir yere gidilip de kalkıldığında insanları kandırıp toplayıp eve götürmek..

Şarkı: Geçenlerde Mr. Bungle'ı anmıştım, ondan bişii koyayım. California'dan Ars Moriendi. Ellerine aldıkları materyale 4 küsür dakika içinde yaptıkları müthiş. Ve bu şarkıyı dinleyip de Balkan müziği ve bilmem ne karışımı bir grup sanmayın, bu şarkı için canları öyle istemiş. Böyle bir ikinci şarkı da yok (galiba). Bunu herhangi bir şeyle yapabiliyorlar.

22 Kasım 2007 Perşembe

17:15. Alperlerin bi seminerden cikmasini bekliyorum. Sonra asaadaki pubda bi iki aksamustu birasi icicez. Fakultenin bodrum katinda bir pub var yani. Guzel bisii. Sali ve persembe 4.30dan sonra acik sadece. Kisacasi ofisteyim, ol sebepten no turkish karakter bir yazi. Ozur.


Dun aksam ne zamandir okuldan cikip dosdogru eve gidiyorum bu aksam dolanayim biraz diye dusunup meydanin o tarafa yoneldim. Guclu icgudulerim var galiba bu konuda, yine bi konsere denk geldim. Universitenin gunes enerjisi takiminin arabasi arka arkaya 4. kez dunya sampiyonu olmus. Onun kutlamasi varmis. Universitenin big bandi caliyordu. Atesli sarkilarda iyiydiler, daha dusuk tempolularda biraz uyuz. Guzel oldu ama keyiflendim..


Gecen haftasonu Rotterdama'a gittigimizde milli takimin maci vardi, herkes turuncuydu. Sonra istasyona donerken maca gitmek icin otelden otobuse gecen takima denk geldik. Bastirin portakallar! yaptik biz de. Gecenlerde pizza yerken Egbert'le futbol muhabbeti yapmistik. Bizim cocukluk zamanlarimizin Hollanda'sinin cocuklar arasinda nasil revacta oldugundan falan. Komik oldu; "Van Basten vardi, Gullit vardi falan" "Gullit kim?" "Canim su uzun kıvırcık sacli zenci" "Haa, K'hullit". "Khullit kim?".. Herseyin dooru telafuzunu orenebiliyosun ama cocukluktan yerlesmis seyleri deistiremiyorsun. "Siz yanlis biliyosunuz bi kere. O bizim icin yillarin Gullit'i yani, allaaskina"ya kadar uzattik. Siz nasi isterseniz diyip cekilmek zorunda kaldi.

Geldiler. Cikiyorum.

12 Kasım 2007 Pazartesi

Malumun ilanı: Bi yığın mızmızlanacaktım buraya. Ben evimi özledim de, kitaplarımı özledim de, gitarımı özledim de, dostlarımı özledim de, ama ama en çok da sevgilimi özledim de.. diye. Vazgeçtim sonra. Elbette özledim, özlenmez mi.. Onlar biliyorlar nasıl özlediğimi.

Abesle iştigal: Sonra para yetmiyor da, yapacak bi yığın güzel şey var ama züğürtlükten ööle sap gibi oturuyorum da diye bıdırdanacaktım. Ondan da vazgeçtim. Şurda sırf oturayım da tezimi yazayım diye bana para veren bi okul bulmuşum. Ayıp yani, yeri geldiinde "profesyonel öğrenciyim ben, oh ne rahat" diye geyiklenmeyi biliyorum.

Bi aldığın nefesi beğenememe halleri.. Tosun Paşa'dan bi sahne; Kemal Sunal paşa kılığında yanındaki valiye Şener Şen için diyor ki, "Lütfü beni pek beğenmez. Ama Lütfü'yü kim beğensin.." Burada Lütfü ben oluyorum, Şaban da, Şaban işte.

Yani anlatacak fazla bişi yok bu ara. Anca malumun ilanı, abesle iştigal, falan.

En çok bi iki ufak tefek tat. Cuma gecesi BeBop'ta bir folk-jazz konserine denk gelişimiz. (Harmony Glen imiş isimleri; banjo, gitar, double-bas, perc/akordiyon. "Dutch courage, Irish music" demişler kendilerine. Pek kıpır kıpır güzeldi.) Sohbet ettik sora da saatlerce, benim"Fatih Akın'ın Sefalet Turizmi ve Turizmin Sefaleti: Bundan Niçin Benim Kadar Nefret Etmelisiniz" gaza gelişim ve gereksiz uzatışım dışında, keyiflice.
Cumartesi de Alper ve Sevinç'le Rotterdam'a. Bloglarda bu Rotterdam günü ve akşamı ile ilgili olarak belirlediğimiz şu ortak açıklamadan fazlasını yazmama yolunda ilke kararı almış bulunuyoruz: "Efenim, ööle eelendik, ööle eelendik, anlatamam."
(Sadece bizim beceriksizliğimiz deil, başından sonuna cenabet bi gündü, tamam mı.)

Eski bildik güzel şeyleri dinleyip duruyorum. Dönem dönem, zaman zaman, ister istemez. Şarkının da dediği gibi, "Charlie Parker, Jack Kerouac, Rene Magritte, to name a few.."

9 Kasım 2007 Cuma

Bugün nihayet kendimi burada akedemide hissettim. Çünkü nihayet bir free drinks-free food akşamı yakalayabildim. Urbanism bölümünde go-no go sunuşları vardı ve Olgu sunuşa çıkacaklardan biriydi, ve aslanlar gibi diğer tüm sunuşları ezen harika bir sunuş yaptı. E biz de onu alkışlamak için oradaydık tabi. Akşam sunuşlardan sonra, elbette kokteyl, ve akademisyen milletinin şu hayatta başka ne lüksü vardır ki, ara sıra rektör ya da dekanın üç bira-üç şarap ve beş kurabiye bi avuç fıstığın parasını ödemesinden başka. Nasıl tatlıdır ama.. (PhD Comics'de bununla ilgili devasa bir külliyat var) Tüm o karmakarışık şeyleri sonuna kadar dinleyip anlamaya çalışmamızın ödülü olan biraları içip felaket tuzlu olduu halde ilginç bir şekilde çok da lezzetli olan kanepeleri atıştırırken pek de güzel bir sohbet ortamı yakaladık. Bir portekizli, bir brezilyalı, bir endenozyalı, bir türk; olgunun sunuşunun ardından gecekondularla ilgili o müthiş cahil soruyu soran hollandalı kadını hep beraber yerden yere vururken ve oryantalizmden ve koloniyalizmden falan bahsederken (indonezyalı kız diyordu ki ben hollandanın 350 yıl sömürdüğü bir ülkeden kalkıp hollandaya gelip koloni mimarlığı üzerine çalışıyorum ve hala açıkça "colonization" ya da "slavery" diyemiyorum, tepki gösteriyorlar) yanımıza gelen başka bir arkadaşa "devrimden ve hollandada yönetimi ele geçirmekten bahsediyoruz ama seni zaten pek ilgilendirmez çünkü sen belçikalısın" diyoruz. Sonra ben gaza gelip belçikalı askerlerle ilgili bildiim fıkrayı anlatıyorum, herkes pek gülüyor ama ben bu sırada "sen kendi ülkenle istediin kadar dalga geçersin ama başkası senin ülkenle dalga geçtiinde çok ayıptır" kuralını hatırlıyorum ve sıçtığımı toparlayabilmek için "keşke ben de ülkemin askerleriyle dalga geçilen anti-militarist bir ülkeden gelsem" temizlik harekatına girişiyorum ve bu konuda samimiyim de, ne olsa "her türk asker doğar"dan iyidir. Bu arada, bundan önce ya da sonra, brezilyalı olan ciddi soruyu soruyor; portekizlilerin kimsenin ciddiye almadığı yumuşacık devrimler yaptıkları, brezilyalıların bu geleneği muhtemelen onlardan aldıkları ama bizim türkiyede her dönüşümün nice başlar götürdüğü muhabbetinden sonra, "türkiyede bir çeşit kanlı ikinci devrim dalgası mı yükseliyor" diye, devrim derken karşı-devrimi kasdederek, Zappa'nın nükleer savaşla ilgili sözünü hatırlatıyorum, "I don't think there will ever be any nucleer war, cause there is too much real estate involved" dedii, yani bu ülke dibine kadar global boka battı, kimse kassa da başka bişi yapamaz diye. Hepsi bizim ülke de öle, bizimki de öle diye onaylıyor.

Sonra akşam Olgunun geçişini (ki beş kişiden birini bıraktılar, adam doktorasına devam edemeyecek yani) kutlamak için gene geçen haftaki yere gittik, sohbet muhabbet.. İlginç bişii oldu bu arada, bardaki adamlardan biri bir anda celallenip başka bir adama daldı, iki yumruk salladı, araya girdiler. İlginç olan sonra ikisi de hala aynı barda ayrı ayrı masalara oturdular. Biri çan çan sööleniyodu, herhalde o bööle yaptı da bunu hakketti de falan diye. Diğeri (ki daha genişçe olan) sadece oturup birilerinin ona getirdiği selpaklarla kanayan burnunu temizliyordu. İlginç olan, ya da bizim için alışılmadık olan; öncelikle böle ortalık yerde kavga etmezsin, kavga edicekler disari cikar (ki aslında bu burda da bööleymiş, yanımızdaki hollandalı arkadaş bu çok sıradışı dedi), ikincisi eğer dayak yediysen çeker gidersin. Bu burnu kanayan adam kendisini döven adamın iki masa yanına oturdu, diğeri önce kalktı gitti, sonra bu burnunu falan temizledikten sonra önce barmenden sonra herkesten özür diledi ve sonra o da gitti. Hiç bi şi anlamadık. bu kadar medeniyseniz yumruklaşmayın arkadaşım. Ki bunun üstüne ben "hayatım boyunca ne bir insana bir fiske vurdum ne de birisi bana ve bununla çok gurur duyuyorum" dedim ki, yine olmadı ayıp ettim. Çok pot kırdım yani bu akşam...

7 Kasım 2007 Çarşamba

Cuma gecesi çok hoş bi şeye denk geldik. Minos'ta yemekten sonra (sevdiğimiz bir yunan lokantası, meydanda, güzel döner yapıyorlar ve türk garsona türkçe sipariş verebiliyoruz. Ama baklavası hiç bi şeye benzemiyor) bira için Olgu'nun önceden görüp de beğendiği ama denemediği bir yere gittik. Gayet güzel, şirin bir pub, çok klasik cinsten, köşede, içerde bir bar ve 4-5 masa, duvarlar eski tabelalarla falan dolu. Yeni kilisenin hemen arkasında, oturduğumuz masanın penceresinden kilisenin beyaz kulesi ışıl ışıl hemen önümüzdeydi. (Yeni derken, kilisenin adı bu, 16. yy'ın başında tamamlanmış, bi de eski kilise var o 12. yy'a kadar gidiyor. Bu eski kilisenin eğik kulesinin -gayet bariz bir şekilde eğik- etrafındaki alana bayılıyorum ama gidip dolanmak dışında bir şey yapılamıyor, oturulacak bir yer bile yok.) Biranın bira menüsünden seçildiği yerlerden biriydi, gerçi biz hala menüden seçip bu olsun diyemiyoruz, karmakarışık isimleri var ve içlerinden birisini "her zamanki" haline getirmek için malum, önce ismini ezberlemek gerekiyor. Her seferinde farklı şeyler denemek de pek çekici tabi. Biz şimdilik garsona istediğimiz birayı tarif ediyoruz, "tatlı değil spicy bi şey olsun, sert yüksek alkollu olsun" falan. Pek güzel şeyler içtik şimdiye kadar, çoğunlukla belçika ve hollanda biraları. Bu sert biralar değişik bir bira deneyimi veriyor, bilen bilir böyle yerlerde otururken boş durmayı sevmem ben, canım sıkılır, o yüzden bardaklar durmadan gider gelir. Ama bu tip biralarla bütün gece içinde üçü bulmak ender. 12 dereceden bahsediyoruz tabi, diğer yandan tadı, aroması da gayet ağır olduğu için lık lık içilmiyor, daha bi tadını çıkarmak gerekiyor. Çok sevdim, gayet güzel, ama ben yine de geceyi heinekken ya da amstel gibi daha tanıdık pilsnerle bitirmeyi seviyorum. Biraya birayla cila yani :)

Herneyse, Alper, Olgu ben otururken Jose yanında Kolombiyalı bir arkadaşıyla geldi. Jose Alper'in ilk zamanki ofis arkadaşıydı, 40larında, Portekizdeki doktorayı buraya aktarmış, hoş sohbet sıcakkanlı bir adam. Beraber bolca öğle yemeği yedik ve bir süre sonra da ortaya çıktı ki, gayet ortak bir müzik zevkimiz varmış, devasa bir jazz-progressive arşivine sahipmiş. Bu ortaya çıktığından beri Alper'e yazık olmakta tabi, Davis, Zappa, Zorn ya da vs. konusu açıldığında saatlerini bizi dinleyerek ve araya girip konuyu değiştiremeyerek geçirebiliyor. Ama geçen akşamki grup daha genişti, Kolombiyalı'nın da pek şen şakrak olduğu kısa sürede anlaşıldı.

Sonra bir adam herkesi susturup bir şeyler söyledi ve herkes o taraf dönünce masalardan birinin üstüne çıktı ve bir şiir okumaya başladı. Alkışlar falan bi iki tane daha. Sonra kaçınız english-speakingsiniz diye sorup da bizim masa elini kaldırınca bizim şerefimize iki tane de ingilizce okudu. Gayet güzel şiirlerdi, ikincisi gayet de üzüntülüydü, bir arkadaşı elinde bir şişe şarapla sıkıntısını paylaşmak için kapısını çalıyor, oturup eski günlerden bahsediyorlar ve sonra diyorlar ki, hani kendimizi o kadar mutlu hissettimiz ve işte şimdi ölebilirim dediğimiz zamanlar vardı ya, keşke o zamanlardan birinde gerçekten ölseydik.. O indikten sonra başka birisi çıktı ve uzunca bir şiir okudu, uzun, seri, enerjik cümlelerle, Ginsberg'in Howl usulü, soluksuz kalıncaya kadar. Arada yakaladığımız kelimeler güçlü referanslar veriyordu; Jim Morrison, Free Jazz, Pink Floyd. Keşke anlayabilseydik.

Garsona sorduk nooluyo diye, ara sıra bunu yaparlar dedi. Delft'te yaşayan 10-15 şair varmış, basılı kitapları olan, ve bazen bar bar dolaşıp şiirlerini okudukları böyle geceler düzenlermiş. Bir süre sonra bu ikisi gitti, başkaları geldi zaten, ortalık da iyice kalabalıklaştı. Bu aralar buralarda oldukça öfkeli, agresif bir şiir tarzı revaçta anlaşılan, aşağı yukarı 20 dakikada bir, bir masanın üstüne çıkanlardan anlayabildiğimiz. Ne yazık ki ilkinin ingilizce jestini tekrarlayan olmadı. Yine de bir süre için ilginçti, şiirin, iyi okunduğu zaman yabancı bir dilde bile tat veren bir müziği oluyor.

Ama zaman geçtikçe durum bizim masa için saçma bir hal almaya başladı. Geyik içinde bi yarım saatte tüketilip geçilmesi gereken bir mevzu saatler sürünce.. Tam Jose bize Portekiz gitarının İspanyoldan nasıl farklı olduğunu anlatıyor, birisi hop masanın üzerine het höt aftlepşıneert bişiler, 10 dakka sessiz onu dinliyoruz, sonra, e nerde kalmıştık.. Sürdüremedik basit bir muhabbeti yani..

Bi ara zavallı bir adamcaıza çok komik bi şey oldu, kesinlikle onun yerinde olmak istemezdim. Birisi tam esprili, herkesi güldüren bir şiirini okudu aşağı indi, aradaki sessizlikte kapı açıldı, içeriye bu adamcaız girdi. O sessizlik anında herkes döndü ona baktı ve ardından da şiirdeki esprilerin de havasıyla kahkahalar koptu. Düşünsenize, her zaman gittiğin bir yere gidiyorsun, kapıyı açıp içeri giriyorsun, bir anda herkesin susup sana baktığını farkediyorsun ve hemen arkasından tüm bar kahkahayla gülmeye başlıyor. Adamın suratındaki nooluyo lan hali felaketti, bunun o saçma sıkıntılı rüyalardan olduğunu biraz sonra uyanacağını falan düşünmüş olmalı..

Artık sıkılmaya başladığımızda, ulan şimdi de ben fırlasam bi masaya da "dörtnala gelip uzak asyaadaaan akdenize bir kısrak başı gibi uzannaaan" diye başlasam da biraz da onlar bize anlamadan salak salak baksalar diye düşündüm.

Çıkışta yollarımızın ayrıldığı noktaya geldiğimizde ayakta dikilip sohbet ederken -Hollandalıları çekiştiriyoduk aslında- bu memleketteki ilk azarımızı da işittik, birisi pencereye çıkıp bişeyler sölenip kapattı. Böle konuşup gülüşcekseniz bara dönsenize gibi bişey demiştir herhalde, ne bilsin bizim misafir geçirirken kapı önünde saatlerce sohbet etme geleneğimizi. Olaysız dağıldık biz de.

Bi Grateful Dead çalasım var burda. Loser olsun. Çok büyük muhteşem önemli bir Dead şarkısı deil ama benim çok sevdiklerimden.