28 Şubat 2008 Perşembe

Çeşitlilik de güzelmiş be. Elbette Efes'in yeri başka, hele de kahverengi tombul şişenin. Ama burası da bira cenneti Belçika'ya iki adım, ve konuştuğumuz tamamen bambaşka bir seviye. Bazı akşamlar, özellikle evde yemek pişireceğim zaman, market alışverişine bi iki de bira ekleniyor (yerken değil de özellikle pişirirken severim ben). Marketteki çeşitlerin büyük çoğunluğunu elden geçirdikten ve mutfaktaki şişeler epeyce biriktikten sonra artık belgeleyip atayım dedim. Şu 6 ayda yukarıdakileri denemişim. Bazıları Belçika diil, ama favoriler hep Belçikadan. Bi tane favori yok, farklı zamanlar için farklı tatlar. Öyle Leffenin triple'ı, Duvelin gold'u, Grimbergenin brown'ı güzel diyecek kadar hakim diilim zaten. (Bilgi için buyrun okuyun). Benim gibi bira sever bir insan için tatlı bir sınıf atlama oldu.

25 Şubat 2008 Pazartesi

Üzüntülü

şarkılar da dinleriz, hem de başka bir severek. Bu kelimeyi kullanmaktayım ben yıllardır (üzüntülü), ve bir çeşit inatla, ve çok severek, çünkü biliyorum ilk seferde kulağa yanlış geliyor, uydurmaymış gibi, ama var böyle bir kelime; 1. üzüntüsü olan, 2. üzüntü veren, 3. zarf olarak üzüntülü bir biçimde (TDK). Üzüntülü bir şarkı dendiğinde, işte bu üç açıklamanın tam bir birleşimi oluyor; üzüntüsü olduğu için üzüntü veren anlamında ve bu bir zarf (çünkü bilinir ki bir şarkı en iyi halinde bir isim değildir, bir fiiildir, o halde onu niteleyen de bir sıfat diil; bir zarf). 'Üzücü' bir seçenek olarak önerilebilir, ve yanlış olur. 'Üzücü bir şarkı' mesela şu anlama gelir: "Abi bu herifler güzel müzisyenlerdi, bu boktan şarkı yakışmamış, üzücü olmuş". (Çünkü üzücü sıfat oluyor, işte, şarkı isim halindeyken.)
"Sad man" derler, aynı kelimeyle "sad song" derler. Biz "üzgün adam" deriz, ama "üzüntülü şarkı" deriz. Bazı şeyleri de biz daha iyi biliriz.

Bi de şu, en:
rembetiko

19 Şubat 2008 Salı

Mars Volta'nın yeni albümü; The Bedlam in Goliath. Her sene tam en ihtiyaç duyulan zamanda:) Bu adamlardan başka takip ettiğim, yeni işlerini beklediğim kimse yok ki.. Dinliyorum daha. Şimdilik; hayal kırıklığı değil. (Yarattıkları beklentiyle düşününce, gayet olumlu bi ifade bu).

Delft'te Blues festivali. Çoğu yerel küçük gruplar, küçük barlarda. C.tesi çoğunlukla, bi yığın barda bi yığın gruba, kısa kısa. Ama perşembe gecesi, açılış konseri T-99 diye bi grup, muhteşemdi. Geniş bir tarz dağarcığı, son derece yetkin bir gitarist ve davulcu, ve her ikisini de gayet iyi taşıyan bir basçı. En iyisi bu işten müthiş zevk alan, herkesten çok kendileri eğlenen bir grup. "Bunu Tom Waits söyleseymiş keşke" dediğim harika bir şarkıları vardı, Jose başka birini Cohen sandı, değildi, ama Jose de haksız deildi, bir tanesi baya baya erken dönem Nick Cave. Blues'larda 'roots' ya da r&b değil daha rock'tılar, ki bu çok iyi bi şii. Bir iki tanesinde iyi cinsinden psychedelic tatlar vardı, hatta birinde gayet ağır, ama o şarkılarda da seyirci çuvalladı, müzik ağırlaştığında o kadar kolay ilgileri dağılıyor ve çan çan muhabbete başlıyorlar ki dinlemek zorlaşıyor. Pek uzatmadılar o kısmı, ama öyle bir yönelimi gaza getirecek bir dinleyiciyle çok muhteşem olabileceklerini hissettirdiler. Sondaki boogie ve bisten sonrası tam bir seyirci nasıl coşturulur dersiydi; "amen to the spirit of rock'n'roll"!. davulcu baştan sona şovmendi zaten, sadece davul solosu sırasında ayağa kalkıp bir yandan çalmaya devam ederken davulun etrafında tam bir tur attığı zaman değil:) Ama garibi, gece eve gittiimde açıp myspace sayfalarına baktım, sahnede gümbür gümbür çaldıkları tüm o nefis şarkılar albümde öle uyuz, bildiin, vasat şarkılar.. Bu piyasa, müziği de öldürüyor müzisyeni de, ben onu anladım valla..

Sonra cuma günü, festivalin ikinci günü, danışmanımdan bi mail, bilge, hala senden yeni bişii bekliyorum.. Off. 3 ay durdun, aramadın sormadın, sonra blues festivalinin ortasında mı aklına geldim hocam yaa. Neyse iyi kötü, ne yardan ne serden vazgeçtim haftasonu. Gerçi ser kısmından daha emin değilim, yani yaptıklarımdan bişiler paketleyip verdim ama, ben olsam yutmazdım.

PLAYLIST
Mars Volta, tabe ki. İkinci albümlerinde yakaladım ben onları, 2, 3 ve son albümden birer şarkı o halde. Day of the Baphomets yaptıkları en iyi şey bence. 9 dakika bi şarkıyı ilginç tutmayı başarıp o noktada en güzel kısmının geldiği, falan. Askepios yeni albümden en sevdiim şarkı deil, en sevdiğim olan kısım kısım önceki albümlere benziyor. Bu yeni bişii, bu albümün havasını daha iyi veriyor. Karanlık bişi. Hepsi sertçe şeyler bu arada herkese uygun olmayabilir.

12 Şubat 2008 Salı

Bu insanlarla ilgili en sevdiim şey, (prog muhabbeti gene. "prog" da "progressive rock"ın eş dost arasındaki adı oluyor) bunun tarih bilmekle ilgili o en devrimci yönün en bariz örneklerinden birisi olması. Malum, günümüz dünyası (ki günümüz dendiğinde geniş bir zaman aralığına denk geliyor, mesela 1984'ün disütopik bir gelecek kurgusu olduğu zamanı kapsayacak kadar, en azından) tarihle ilgili 'her şey zaten her zaman az buçuk bugünkü gibiydi" şeklinde bir dezenformasyon üretir. Ama tarihin kendisi, her konuda, bazı şeylerin bugün için akıl almayacak kadar farklı olduğu, ve en önemlisi, o zaman için bunun 'normal' olduğu bilgisini barındırır. (Ve dolayısıyla bugün için anormal olanın yarın tekrar normalleşebileceği nosyonunu). Bu insanlarla ilgili olan şey de şu ki, bu adamlar bugünkü cazcılar gibi, ya da ne biliim bi dönemin "atonal müzik"i gibi değillerdi; evet karmaşık, tek dinleyişte kolayca içine girilemeyen, zor bir müzik üretiyorlardı, ama popülerdiler; evet avan-gard, öncü, yenilikçi, hatta deneyseldiler, ama konser verdikleri zaman stadyumları dolduruyorlardı, albüm yaptıkları zaman bütün bir gençlik dükkanlara koşuyordu. Zaten kendileri de 20lerindeki heyecanlı insanlardı, zamanın kendilerine tanıdığı şansı kullanmaya çalışıyorlardı, o yüzden 80'ler tüm antiteziyle üzerlerine yıkıldığında çoğunun kafası karıştı. O zaman için, (70lerde) onlar ne müziğin elitleriydiler, ne de underground'dular. (nasıl gıcık bir isim.. geçen sene ankara'da nefes'te ankara psychedelic bilmemnesindeydik, herkes çok 'underground' olduğu için çok mutluydu, ama 'disko'ydu orası, fazla hiçbi şi deil. başka zamanlar baba zula'yı da canlı dinlemişliğim oldu. Yazıklar olsun diye ağlaya ağlaya ve koşa koşa eve gidip Umma Gumma'yı çaldım.) Onlar zamanın ruhuydu, (mtv'nin bizi ikna etmeye çalıştığı üzere 70lere dair zamanın ruhu micheal jackson'ın thriller'ı da deildi, disco da deildi. biri sonradan geleceğin işareti, diğeri, çoktan eskimiş olanın zamana uyma çabası. popüler kültür tarihçileri genelde anakronistik bir hata içindeler, 70leri david bowie, lou reed, marc bolan gibi insanlara bağlamaya çalışırken, onlar hep sonra gelecek olanın öncüleriydiler . bugünün ruhuna daha tanıdık gelen isimler; o yüzden öne çıkıyorlar. ama o zaman olan, ve sonra asla olmayan devasa başka bişi vardı.)
Bu, işin dünyayı ilgilendiren kısmı. Bir de beni ilgilendiren kısmı var. Ben bu isimler arasında hep "kendi cinsi"mi buldum. (Sevinç'in dediği gibi, aidiyet objeleri). Jose'den bahsetmiştim burda, o portekizden ben türkiyeden kalkıp delfte geliyoruz, ve iki üç hafta önce bi cuma gecesi beraber oturup sabaha kadar crimso'nun bir konser videosunu izleyip bira içip harika vakit geçiriyoruz. (levin, bruford, belew'li olan crimson. 70ler deil, çok daha sonraki bi line-up, ama en iyilerinden birisi.) Ondan önce, yıllar önce; finlandiya'dan odayla ortaklaşa açtıkları from wood to architecture sergisini toplamak için gelmiş adamı ağırlıyoruz, mesela, bu adam sergi açılışına gelen müzenin önemli insanlarından birisi deil, toplayıp gidecek basit bi teknisyen, o yüzden onun vaktini hoşca geçirme işi sadece bize kalmış, biz de tutup onu rakı içmeye çıkarmışız, fasıllı falan bir yere. uzun süre "bak bu rakı, böyle içilir, bu da türk kahvesi, o da böyle içilir" geyiğle geçiyor. Sonra bi noktada "gitar vardı elinde biz seni havaalanından almaya geldiimizde" denecek oluyor. 15 dakika sonra, masanın geri kalanı zoraki muhabbetten azad olmuş olmanın rahatlığında kendi kendine muhabbette, biz ikimiz; "bruford crimson'a gittikten sonra yes bitti bence", "katılmıyorum, yes zaten artık bitmişti, bruford akıllı olandı, erkenden daha yaratıcı gelecek vadeden yere gitti" muhabbetindeyiz.

(22 Temmuz 1972. Melody Maker; "Yes Man to Join Crimson". Bruford'dan bahsediyo. Bir davulcu o.)

Ondan da önce, Khalid vardı, Lübnan Amrikan Üniversitesi'nden değişim programıyla ODTÜ'ye gelmiş bir Filistin'li. Beraber Ali Hoca'nın 18.yy osmanlı dersini almıştık. (Osmanlı vs. emperyalizm falan diye konuşurken "neyden bahsediyosunuz siz, osmanlıdan büyük emperyalist mi vardı, empire sa, empire işte diye çıkışmıştı bize). Dönem boyunca hiç bi muhabbetimiz olmamıştı, sonra Ali hoca bizi istanbula geziye götürmüştü, 2-3 gün gezmiştik beraber, yine hiç. Sonra artık ankaraya dönmek için garajda otobüs bekliyoruz, hava sıcak, üstündeki kazağı çıkardı, altından bi sun ra tişörtü çıktı. gittim yanına dedim, "bu bildiimiz cazcı olan sun ra mı?". Sonrasında otobüste geceyarısına kadar, daha doğrusu ali hoca bizi uyuyun artık çocuklar diye uyarana kadar nefis muhabbet. Progressive'e mesafeliydi gerçi o, şimdiye kadar duyduğum en akıllı şeylerden birisini söylemişti; "70lerde rock'a yakınlaşan cazcılar yeni bi tür icat ettiler, adına 'fusion' dediler, bu kötü bir isimdi, aynı dönemde caza yakınlaşan rockçılar kendi müziklerine 'progressive' dediler, bu bin kat daha kötü bir isimdi" diye. (haksızlık ediyor tabi, prog'cuların tek yönelimi caz deildi ki..) Ama "bana bir 'all-time favourite' söyle" muhabbetinde "floyd, echoes" demiştim:) hehe, sonraki bir yarım saati bu şarkıyı ne kadar çok sevdiğini anlatarak geçirmişti.
Böyle işte. Bunlar benim türüm. Ki daha ne Melih'in, ne Ernur'un ne diğer kardeşlerin adını anmadım:) Güzel bişi işte bu, çok güzel. İnanın bana.

PLAYLIST:
Hepsiyle ilgili bişiler yazmak abes, eninde sonunda benim de yapacaım ctrl-c ctrl-v. Grup isimlerini wikipedia'ya girin işte, bilgi orda var. (Çok süper güzel bişi di mi bu wikipedia, çağımızın bir bilgi devrimi varsa eğer, yani daha önce yapılmamış bişey, o da bu. Ekşi sözlük ne kadar zavallıysa bu da o kadar güzel bence.) Ama kişisel bişiler sölemek gerekirse;
Gong'un müziğindeki mizaha bayılıyorum. Müzikal bi mizah, müzikle ilgili olan deil, müzik yoluyla aktarılan bi mizah. Marsupilami'nin "busy drummer" denen davul tarzını seviyorum. Eat That Question'ı koymamın sebebi ne zamandır Zappa koymuyor olmak deil, bi önceki gönderide Fender Rhodes'tan bahsedilmişti, alın işte size Rhodes, zirvesinde. Bu Mothers'ın george duke'lu zamanları, bu şarkı da, elbette Zappa'nın dehası yanında, Duke'un elinden Rhodes'un tepesi işte. Fender Rhodes ile çalınmış en muhteşem notalar (Herbie Hancock başta olmak üzere cazcıları saymassak) burda işte. (yine önceki gönderiyle ilgili mid-term sorusu; zappa'nın gitar solosunda apaçık bi şekilde Hendrix olduu bi yer var?). Crimson; bu şarkı Schizoid II olarak da bilinir. I incisi; 21st Century Schizoid Man, 69'da Crimson'un Hyde Park'ta Rolling Stones'dan akşamı çaldığı efsanevi çıkış zamanının şarkısıdır (Crimson o akşam Rolling Stones'un açılış grubu olacaktır güya, ama ertesi gün herkes "Stones neyse ama Crimson diye bi grup vardı uff o ne ööle" havasındadır). Ben buraya bi Crimson koyacaksam bu stüdyo kayıtlarıdan biri olur zannediyodum. Ama onlar her yerde zaten, gidin bi dükkandan alın.Bu "King Crimson Collectors Club"dan 72'den bi küçük canlı kayıt. (Ayrıca Crimson'ın canlı olsuğunda stüdyodaki kadar tat vermediği fikrim, en sevdiğim albümlerden biri olan "starless and bible black"in tek şarkı hariç tamamının canlı emprivizasyonlardan kesip biçilerek yapıldığını öğrendiğimde sıçmıştı.) (Bu albümle ilgili 'anlatmazsam ölürüm' bi hikaye var: Albüm kapağında her şarkının yanında, malum, o şarkının kime ait olduğunu söyleyen referanslar vardır; onlar o şarkıyı 'yazmıştır' diğerleri onlarla beraber çalmıştır. beatles'tan beri yani (lennon & mc cartney). Bu albümde bir şarkıda davulcunun da ismi geçer, ama o şarkıda hiç bir davul, vurmalı çalgı yoktur. Ama davulcunun adı şu ifadeyle geçer: "For his contributed silence".. Hadi oturup bunu düşünelim:)) Erken zamanlarından çok tatmin edici bir Crimson performansı işte. Sonra; BiGuru Guru. Kan! guru. Kan! guru. Hehehhe. Bi de Yes. Çok adı geçti diye. Bu şarkıyı vietnam'dan dönen askerler için yazmışlar. "Yours is no disgrace" diye. Eğer ilk kısımlarına katlanırsanız sonra çok daha hoş bölümleri gelecek. Güzel melodi zaten. mahavishnu orchestra; bu işte Khalid'in dediği progressive'lerden deil de fusion'lardan sayılanlardan. Halbuki al John mc Laughin'i vur Robert Fripp'e yani. Olağanüstü muhteşem güzel bir şarkıdır, yerinde durabilene aşkolsun! Sıradışı bir gruptur, çok özeldir yerleri..

6 Şubat 2008 Çarşamba

Geçen günkü Felt muhabbetiyle ilgili bilgi güncellemesi:
(Weeping Mama Blues'u sevdiniz mi bilmem, ben bayılmıştım, hem de albümdeki en iyi şarkı o diil, aslında bi tane en iyi şarkı yok, 5-6 tane her biri birbirinden iyi, oturmuş güzel şarkı var o albümde, az çok da farklı tatlarda)
Bu Felt, müzik blogları arasında baya popüler oldu son zamanda, her biri albümü ya da albümü veren blogları linkleyen bi yığın 70ler blogu var. Onlardan birisinde şöle bir bilgiye rastaladım; (Bu kadar iyi bir ilk albüm yapan bir grup nasıl olur da sonra silinir gider diye sorduktan sonra demiş ki:) "Bunu ilk kez yayınladıktan sonra grubun basçısı bana yazdı ve dedi ki, albümün çıkışından hemen sonra, grubun o sırada 17 yaşında olan [oha! hayata küsmek için bi sebep daha] gitarcısı ve şarkı yazarı esrar bulundurmaktan tutuklanmış. 1970, Alabama. Ciddi bi şey. Bu kadar. Grubun sonu"*. Yazık ulan.

Geçenlerde Dizzy'de hep beraber otururken, Olgu bir uçak maketiyle çıkıp gelmişti oraya, bunun muhabbeti yapılırken ben de demiştim ki, ben de çok hevesliyim aslında bu maket işine, özellikle gemilere, ama girmek istemiyorum çünkü biliyorum ki ben böyle bana çok haz veren şeylere girdiğimde çıkamıyorum, başka bişeyle ilgilenmez oluyorum. Dalmak da böyle bi şey, alperle sevinç ne kadar ısrar etmişlerdi, o işe girmememin tek sebebi çok seveceğimi biliyor olmak. Yok be demişlerdi masadakiler, iyi oluyo böyle, iş yaparken ara sıra kafanı dağıtacak şeyler. Ben de dedim ki, evet işte tam olarak, sorun şu ki onlardan bende bolca var. Emin olun, benim şu hayatta sıkıntısını çekmediğim bi şey varsa, o da kafamı dağıtacak bişi bulmak, o kadar çok var ki bunlardan, pek çoğunu ihmal ediyorum. Maksat yapmam gerekeni değil de bana haz vereni yapmak olsun, onlardan bana hayatımı kazandırana sıra gelmiyor ki. Buraya ilk geldiğimde go'ya sarmıştım mesela yine. Sonra? Pıf. Aylardır oynamıyorum. Tekrar heves ettiğimde ign'de 19 kyu'dan 10 civarına tekrar yükselmem gerekecek. Şifremi bile hatırlamıyorum ki. Araya gitar giriyor, yok T. S. Eliot giriyor. Şimdi de müzik blogları işte, tekrar. Geçen kış her gün 3-5 saatim aralarında dolanarak geçmişti. Şimdi tekrar. Ne çok birikmiş, oh, nasıl iştah açıcı, nasıl heyecan verici.

Bi grup işle, hiçbirisinde profesyonelleşmeye zerre kadar heves etmeden, hepsiyle sınırlı dönemlerde sınırsız bir tutkuyla ilgilenen bi insana yönelik bir kariyer çizgisine ihtiyaç var. Oğlumuz ne iş yapar? Efenim ben 10-15 kadar konuda çok güzel muhabbet ederim. Englişlerin bu mealde bi deyişleri var di mi, jack of all habbits master of none diye. Belki azıcık kasıp kuramsallaştırmalı bu pozisyonu. Ben varoluşumu tek bir perspektife indirmeyi reddediyorum, ve dünyadan bu halimle beni ve benim gibi insanları beslemesini talep ediyorum, diye. Bu dünyada bununla karnımı doyurmak için bunun kitabını yazmam ve seminerlerini falan vermem gerek. O da işte vişıs sörkıl. Gerçi niye şikayet ediyorum ki, akademisyenim işte ben. Şu tezi bitirip rüştümü ispatlasam sonra kim tutar beni, otur bi "go and design" yaz, sonra otur "progressive rock and modernism" yaz. falan. dünya da seni beslesin di mi. di. diil yani. akıllılarının "türban takma özgürlüğü"nü tartıştıkları bir ülkede, allaaşkına, kimi kandırıcaz. e hollandada kalalım o zaman. bambaşka bi yer di mi: iktidardaki partinin adını alabilir miyim? "hıristiyan demokratlar". yes. ho ho ho.

Giriş, gelişme, sonuç hep birbirine girdi di mi. Şunu demeye çalışıyordum; müzik bloglarına sardım yani son zaman, tekrar. İki birbirinden çekici izlek var orda; biri sonsuz keşifler dünyası. zamanında bi tane albüm yapıp kaybolmuş alabamalı, alman, isveç gruplar. Japonya'dan, Çekoslavakya'dan, 70lerin jazz-rock grupları (hata deil, gençce olanlar için, böyle bir ülke vardı bir zaman; Çekoslavakya), özbekistan'dan progressive, özbekistan'dan. (bu bana sürpriz deil tabi, ben, mesela, azeri yuhuu'yu -böle mi yazılıyodu?- dinlemiştim çok önce. sovyet deneyiminin berlin duvarından ibaret olmadığını biliyorum yani.)

İkinci yol, zamanında kıçımızı yırtıp bulduumuz ama kaset teknolojisi outdated olduğundan beri duymadığımız albümlerin peşine düşmek. Buna bazı anahtar şarkılarla başlamıştım zamanında; temple of the king (kim 16-17 yaşını onsuz geçirmiştir ki), cream, strange brew; direk italya 98 yazı geliyor, lennon how do you sleep at night, normal stüdyo versiyonu deil, şu nefis slide gitarlar olan; dikmen, 3. sınıf proje teslimi. sabaha kadar, bi bu şarkı, çevir arkada "working class hero", tekrar çevir arkada bu. (kasetle ilgili böyle gıcık bişi vardı. sonraki şarkıya istediğin gibi geçemiyodun. ileri sarmak gerekiyordu, zaman alıyordu. daha kötüsü, mesela, lisede etüt akşamlarında, walkman zamanlarında, pil yiyordu. o yüzden kaset çıkarılır, kaleme takılır ve elde böle sallaya sallaya çevrilip sarılırdı:))) Dylan, Sarah ve Hurricane, aslında Desire'ın tamamı; lise iki, yatakhanede pencerenin yanındaki yatakta olduğum zaman. bi de tabi, grateful dead, blues for allah. o benim çok uzun zaman tek dead albümümdü, ki hala en sevilenidir. Bahar albümüydü benim için, ne zaman nisan mayıs olur, ben blues for allah'ı çıkarırım. Özellikle Help on the Way. Ne şarkıdır ya..

İnternet dünyası hızlı paylaşıma açık olmaya başladığından beri bunları topluyorum. Ve diğer yeni şeyleri; müziğe ulaşmak bi tatlı, bu müziği bu kadar sevmiş, bunu bu kadar önemsemiş başka insanlara ulaşıyor olmak başka bir tatlı. Aracısız, çıkarsız iletişim. hep diyorum, sosyalizm internette geldi, sadece daha kimse farkında diil.

PLAYLIST:

1) Felt'ten bir şarkı daha, Now She's Gone.

2) Eloy'un Power and Passion'ı peşine düşülmüş, kaset zamanlarından beri dinlenmemiş albümlerden birisi. Eloy, Almanlar'ın 70'ler progressive'ine büyük katkısı 'krautrock' gruplarından. Krautrock'ın bizim 17 yaş dünyamıza girebilmiş 1-2 grubundan biridir. Çok da hastası diildik (e king crimson'ı adım adım keşfettiğimiz bi dönemde takdir edilir ki Eloy'a pek sıra gelmiyor.) "1-2 eloy albümünü dinleyince hepsini dinlemiş gibi oluyorsun" derdik, haksız da sayılmazdı. Ama dinlemiş bulunduklarımızı da hep sevdik. Çok becerikli, çok çığır açıcı değiller ama hep çok samimiler. En güzelini, tam olarak kastettiğimi George Stariston demiş (http://starling.rinet.ru/music/eloy.htm#Inside):
"I was very much tempted to dismiss these guys as an inferior take on their prog predecessors with twice as much pretention and ten times as less talent. But eventually, they do get under your skin - maybe it's the production, or that weird accent, or hell, maybe it's just the fact that they actually write good melodies. Or maybe just the fact that they find the best bits to steal? Or maybe because they have the audacity to combine so many different elements from so many different prog sub-styles? But most probably, it's just because they are goal-oriented and adequate: they stick in with their interpretation of 'astral rock', and it works. There's subtlety and there's energy, there's enough diversity and atmosphere - heck, what else does one need? Fish and chips? I have a slightly similar reaction to Hawkwind: it's all very stupid and cartoonish, but even stupid cartoons can come with a 'plus' mark provided their author has some sort of vision."
Bu albüm bana Ayvalık'taki hep beraber tatilimizdir, liseyi yeni bitirdiğimiz yaz, Kaplan'ların yazlığının terasında , bu şarkı çalıyorken, yıldızların sürekli aynı tarafa ama hiç bitmeyen ve başa da dönmeyen imkansız kayışlarıdır. (Melih blog okumaz zannımca, Anıl sen okuduğunda hatırlat bunu lütfen ona.) (Burda verilen referans bi yandan elbette o Ayvalık tatilinde tüketilen biraya, ama bi yandan da şarkının kendisine; onun o ara bölümünün, tek bir akorun sürekli kendi üstüne yıkıldığı hipnotik kısıma.)

3) Eloy'un (ve mesela Camel'in) bu melodik tarzı bize hep çok tanıdık gelir. İlk ve otomatik tepki orda bu coğrafyadan bazı izler bulmaktır, ama bu yanlış, dahası haksız. Bu insanlar, etnik ya da coğrafi öğrenmişliğin kolaycılığının ötesinde, evrensel bir yeni adımı arıyorlardı müziklerinde, bu yer'le değil, zamanla ilgili bir şey; 70'lerle. Pirana'nın (yine 70'lerden Avustralya'dan bir grup) bu şarkısı, türkçe sözlerle ve azıcık farklı bir vokal tarzıyla çok kolayca bir Cem Karaca şarkısı olabilir. Ama bu Pirana'yı bir "Anadolu Rock" grubu yapmaz (ki çok talihsiz bir isimdir, bence kaçırılmış bir şansa işaret eder) (öte yandan Pirana adamalarının haritada Anadolu'yu gösterebileceklerinden emin diilim), tersine Cem Karaca'yı ve onunla çalışmış müzisyenleri (özellikle de onları) zamanlarını iyi koklamış müzisyenler yapar.

(Bu arada nasıl muhteşem güçlü bir klavyedir di mi. Benim kuşağım, herhalde büyük oranda, 12-14 yaşını heavy metal dinleyerek geçirmiştir, bu yüzden de gitarın aksine, kocaman yepyeni bir dünya olmuştu bizim için bu zamanında. 15 yaşımda ilk kez bir Deep Purple şarkısının beni çektiği zamanları hatırlarım, bi dakka ya bambaşka bişii var burda olmuştum. (Child in Time tabi ki, başkası olabilir mi) John Lord'dan, Hammond'un, Ray Manzarek'ten, Fender Rhodes'un birer enstrüman olmaya terfi etmiş markalar olduğunu öğrendim metalci bi çocuk olarak. Mellotron'u ise Crimson'dan önce Stairway to Heaven'da duymuştum ama flüt sanmıştım. (Bi iki yıl sonra Moğollar'ın muhteşem Murat Ses'ini dinlemiştim. Leman'ın (o zaman daha Limon muydu?) "Moğollar tekrar birleşsin konser versin" kampanyası için Eskişehir Fen Lisesi'nden 70 küsür ilgili ilgisiz kişiyi biz örgütlemiştik, gönderdiğimiz mektupla dergide imzaların yayınlandığı köşede fazladan bir vurguyla biz yayınlanmıştık. Sonra da o "bişey yapmalı hey, bişey yapmalı ho!" rezaletinden en çok ben utanmıştım. Artık New Age tarzı şeylerle ilgilenen Murat Ses bu yeniden birleşme için yaşadığı Viyana'dan "beni arayan olmadı" diyordu. Yuh! O aleti bu ülkede o kadar güzel döven, bi sonraki jazzcılar olmuştur herhalde.) Klavyeyle biraz geç tanışmıştık yani, ve bizim suçumuz değildi. Hala durum bu. Rage Against the Machine'in falan çağı bu; bir gitardan çıkabilecek en sentetik sesleri, çalacak ilginç bişii olmayışını kamufle etmek için kullanan Morello gibi bi adamın albüm kapağına göğsünü gere gere "müziğimizde asla synthesizer kullanmayız biz" yazdığı garip zamanlar. Hammond ve Rhodes şimdi Jazz'la özdeşleşen şeyler. Yazık.) (Tüm bu bir milyon parantez için özür, çenem düştü iyi mi.)

4) Ram bugünün keşfiydi. Onlar da 1 tane müthiş albüm yapıp silinip gitmiş gruplardan. Benim için hep eksikliğini duyduğum bir birleşimi doyuruyorlar; kıta avrupasının eklektik kompozisyon biçimleriyle öbür tarafın expresyonist gitaristlerinin, özellikle de Hendrix'in birleşimi. (Eloy, Camel, Yes, ELP gibi devlerde olamayan şey. Crimson'da tabi ki olan şey, laf Fripp'e gelecek.) Size şu bloglarda dolanırken ezbere güvenilebilecek bir formül; eğer bir prog grubun (ingiliz olsun, krautrock olsun, amerikan olsun, hatta italyan olsun) gitaristindeki hendrix etkisinden bahsediliyorsa o albümü direk indirin. Fripp gibi bir büyük usta bile, verdiği seminerlerden birinde bi yığın kuramsal şeyden bahsettikten sonra diyordu ki, "hepsi bir yana, Purple Haze'in ilk rifflerini duyduğum an içimi saran heyecan başka." (Sonra da, "lafını etmişken, azıcık çalasım geldi" diyip gitarı alıyor ve purple haze üzerine azıcık doğaçlıyor. Öyle bir seminer.) (Bu arada şarkıdaki flüt soloya dikkat. Biraz kısa kesiliyor ne yazık.)

5) Help on the Way. Oradan da dosdoğru Slipknot. (Aslında ordan da doğruca Franklin's Tower, ama yanlış hatırlamıyosam bu kayıt orda kesiyor) Fazla lafa gerek yok. Hiç kimse böyle kolayca, böyle çabasız, neredeyse kendiliğinden, rock'dan jazz'a, progressive'e, psychedelic'e, ordan kolaycana country'ye geçip de bunu sıkıntısız, zorlama, hibridleşme hissettirmeden paketleyemez. Bu çalan Dead müziğidir ve Dead'den sonra "bizim müziğimizin bir tarzı yok, illa isim koymak gerekirse bu x grubunun tarzıdır" demiş bulunan tüm yeni yetmelerin yaptığı sadece çocuk müziğidir. (Jerry Garcia bir söyleşisinde -Dead sonrası zamanında- "12 insan ömrüne yetecek malzeme var elimde" diyordu, ve laf olsun diye söylediğini hiç sanmıyorum, ve o bile ölüp gitti, yani mağrur olun çocuklar).

Off. Niye böyle yazmayı bitiremiyorum? Çünkü oturup tezimi yazmam gerek. Budur yani..



*(Felt hakkında) 8 DAYS IN APRIL - VINTAGE PSYCHEDELIC PROGRESSIVE AND KRAUTROCK'tan:

"Superb turn of the decade rock from Alabama USA. Melodic Floyd-like progressive flourishes but with blistering acid guitar, soulful vocals and shimmering keyboards. Crashing riffs and peaceful waves abound. I was hooked from the opening bars of the beautiful "Look At The Sun" and this thing held my attention until the very end. How can somebody make an album this good and just disappear? Were they chewed up by a heartless music industry, was there a personal tragedy, or, artistic vision realized, did they just move on?

Edit: After I posted this way back in 2005, I got an e-mail from the bass player who told me that shortly after the album was recorded the guitarist and main songwriter, who was only 17 (!), was busted for pot. In early 1970's Alabama this was probably a pretty serious thing. End of the band."

3 Şubat 2008 Pazar

Cuma akşamı bizim çocuklarla ve ali hocayla yemekte konuşurken iki üç gün önceki bayrakların sebebi anlaşıldı; kraliçenin doğum günüymüş. (Şu anki kraliçenin. Bu garibinkini sadece bayraklar asarak kutluyorlar. Annesininki queen's day diye bayram günü. O daha gelecek, ki görmek de gerekecek. Çılgın olurmuş diyorlar. Herkes sokaklarda falan.) Biz de bu vesileyle allah başımızdan eksik etmesin diye kadeh kaldırdık. (Böyle bi takım espriler var, ben acaip gülüyorum, müthiş seviyorum. Çok da açıklayamıyorum bunlara niye bu kadar bayıldığımı. Apaçık, hatta salakça apaçık, çok derinleri kurcalamadan rahatça yayılanlar. Alkış beklemeden kendi kendilerine eğlenen espriler. Allah kraliçeyi başımızdan eksik etmesin böle bişi. Ama bunun kralı şu eski karton dekorlu saraylı keloğlan filimlerinden birinde vardı; padişah (Hulusi Kentmen) sarayında sinirli sinirli dolanıyor söyleniyor falan, dalkavukları da peşinden, hasta olmuş sürekli hapşırıyor padişah, ve o hapşırdıkça arkasındakiler hep beraber: "Padişahım çok yaşa!". Bu beni her seferinde müthiş güldürür. Bişi yok halbuki, basit salak bi şey. Ama bayılıyorum.) Cumartersi Ferruh'la yemek. Hoş muhabbet uzun uzun. Daha çok yapmalı. Onu istasyonda karşılamak için çıktığımda meydanda bi anda bi sürü rengarenk caf caflı kıyafetli insanlar, bandolar, süslenmiş arabalar falan. Bu sefer de karnaval varmış. Okul-ev yabancı yabancı yaşayıp ne olur biter bilmeyince komik oluyor, herkesin bilip de hazırlık yaptığı şeylerle sokakta karşılaşıyosun.
Tez pek bi yavaş. Giremiyorum pek. Dönemiyorum daha doğrusu. Parça parça bişiler yapıyorum evet, ne zamandır, ama oturup en son yoğun bi şekilde teze kafa yorduğumda iki yaz önceydi. Bozcaadaya gitmeden önce. 80 yıl önceymiş gibi geliyor. Bi writer's blocklar bi bişiiler falan. öf. İşlerimi bi toparlasam, ritme girsem. Her şey yoluna girse, rutin olsa artık. Sevgilim yanıma gelse. Döne döne yaşayıp gitsek işte. pıf.

Blues zamanlarımdayım şu ara.

(Black Cat Bones - Grateful Dead - Allman Brothers Band)

Dead. Grateful Dead'i ne çok sevdiimi anlatmış mıydım. Çok.

(Sağdaki playerda sağ taraf çıkmıyo bi şekilde beceremedim. Çubuk görünmüyo yani. Allman Brothers'dan sonra next diyince iki tane daha dead var.)