27 Ocak 2008 Pazar

Sometimes I think of Tweeter, sometimes I think of Jan,
Sometimes I dont think about nothing but the Monkey Man.


"Canım sıkılıyor, hem de pek sıkılıyor, ööle bi sıkılıyor ki nasıl anlatsam bilemiyorum, şööle anlatayım mesela" konulu günlüklerden kendi payıma düşeni yeni yetmeliğim boyunca elbet ben de tuttum. Arada bir iki güzel demişim be cümlesi çıkıyor tüm o sivilcemsi yazılardan, ama toplamda o günlüklerin kapağını görmek istemiyorum şimdi. Sevgili günlük, canım sıkılıyor tarzına bir doymuşluğum ve hatta gıcığım var yani.
Öte taraftan, zaten, hollanda günlüğü dese de başlık, günlük gibi de görmüyorum ben bunu; daha çok 10-15 arkadaşa aynı anda mektup yazmak gibi. İletişimsel bişi yani, çok da kişisel diil. Canımı sıkan, anlatmak istediğim bişi olursa da anlatıyorum, iyi de oluyor, geçen haftaki gibi. (Nefis arkadaşlarım var benim, pıt-pıt istediğinde canım hemen anlarlar ne istediğimi hiç esirgemezler benden.)
Ama her zaman öyle bol bol anlatası olmuyor insanın. Bazen işte, nothing but the monkey man. Arkadaşlar her zaman anlatıp durmak için diildir ki. Mektuplar da öyle. Bazen sadece basit bir yanyanalık hali, talepsiz beyansız. Küçük anlamsız varlık işaretleri. Bazen sadece, mesela, yanyana arabada oturmuş giderken diyelim, kenardan geçip giden dükkanın tabelasını okumak yüksek sesle: "boydarlı mobilya, döşeme, tamirat", ve diğeri, arabayı kullanan diyelim, başını sallayıp hı hı. Ve bu kadar, bi 15-20 dakka daha sakin huzurlu sessizlik yan yana. Böyle bir mektup yazma biçimi olabilir, dahası insanın buna ihtiyacı olabilir. Böyle mektuplar yazmışlığım da çok oldu yeni yetmeyken. Şöyle şeyler yazardık mesela birbirimize; "hava karardı. çay koydum. travelling wilburies'in şu dylan'ın söylediği şarkısını dinliyorum, tweeter and the monkey man". Bu kadar. Tüm bu 'havadisler' zarflanır pullanır gönderilirdi (hey gidi hey).
Ama bunun blog karşılığı nasıl olacak? Eninde sonunda sevgili günlük, çok sıkılıyorum olacak işte. Hem de hollanda günlüğü bu, sormazlar mı adama Ankara'da sıkılmaların suyu mu çıktı da oralara sıkılmaya gittin diye. Ama naapiim, hava kapalı, bi yığın iş birikti, bi de demiş miydim, hava kapalı, hep kapalı. Sıkıldım işte yav, adı bu. Olan buysa bu yazılacaktır elbet. Ben buradayım yani, ey blogger, sen neredesin.

...
NAI'nin kitapçısında indirim haftasonu. Erkenden gittik ama en iyiler gitmişti. Yine de bir kaç güzel şey, en önemlisi nihayet doğru düzgün bi rehber. Sonra öbür sahaf, yine güzel kitaplar. Telefonda bi arkadaşla sadece basit bi "rotterdam'da mısınız siz ben de şimdi indim, nerdesiniz - şey tarafında - tamam o zaman şeyin şeyinde buluşalım" üzerine buluşabildik, haritasız falan yani. Sevinç'in dikkat çektiği üzere güzel bişi bu: turist deiliz artık buralarda. Kunsthal'de Jean Tinguely sergisi, pek kıpır kıpır pek neşeli şen şakrak bir sanat, bayıldık. (hurdalardan yapılmış hareketli heykeller, ya da işlevsiz makinalar ya da neyse işte. Sadece soyut diildi, espriliydi de, çok sevdim.) Akşam Dizzy'de. Rotterdamı'ın (herhalde) en hoş jazz klubü bi sürü striptiz falan şeysinin olduu tarafta. Uygunudur belki, kimse rahatsız görünmüyodu en azından.
Gazete durmadan. Türkiye'de başörtüsü, merkez bankası vs. Mimarlığa yol açınız ulan çıkışı. Sağdan soldan bi sürü okuyup insanlarla mailleşip falan sıkıntı katmer katmer. Şeytan diyo "Türkiye mi? Uzakta, Asya'da bir ülke olsa gerek" ol. Nasıl olsa her yerde gurbetteyiz di mi, belki en çok orda, en çok en çok da İstanbul'da.
Çay koydum şimdi. Felt çalıyor. Bilmezsiniz Felt'i, ben de çok şans eseri denk geldim. 70'lerin başında 1 tane albüm yapıp daalmışlar. Böle "günde 50 cent için pamuk tarlasında belim kırıldı, sonra abim vietnam'da öldü" falan diye sözler yazıp, gayet beyaz bir gırtlakla hiç gocunmadan böle nefis nefis söyleyip bi de böle böle geveze geveze sızlanan nefis sololar çalan adamlar işte. Varmış böyle insanlar bi zaman.
Ama işte o güzel insanlar o iyi atlara binip gittiler di mi, hep beraber. Şu yol temizleme ekipleri İstanbul şubenin seçimlerini de kazansalardı tam we are leaving you dont need us havası olacaktı üstüme üstüme şu güneş yok memlekette. Neyse ki 1 tanecik mimarlar odamız var di mi. Bu seferlik. Hakim rüzgarı arkasına aldıında 15 günde ne biçim fırtına koparıyor insan. Öbür seçime kral olurlar kesin.
Ben oturiim ders falan çalışiim ya. Pıf. Zaten bi tweeter, bi monkey man, bi de öbür kızcaız, Jan. -Ona noolmuş? -For reasons unexplained she loved the monkey man.

...
Oynayanlar (in ordır of epperiıns):

Tweeter and the Monkey Man, Travelling Wilburies (TW, George Harrison -beatles adamı-, Roy Orbison -şu pretty woman işte-, Tom Petty -and the Heartbreakers olan-, Bob Dylan -canım- ve Jeff Lynne -bu da mühim bi adamdı ama unuttum-'den mürekkep bi süper grouptur.)

"Türkiye mi? Uzakta, Asya'da bir ülke olsa gerek": Bunu hatırlıyosunuz di mi, trt'de görüyo musunuz ülkemizi nası da tanıtamamışız konulu bi eğitici filmcikte amerikalı bi adam böle diyodu, yoldan çevrilip sorulmuş. Böle bi eğitici filmcikler serisi vardı. "Ama ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişi!" vardı mesela. Şimdiki çocuklara izletsen onları ne bu eski doğu bloğu ülkesi şeysi mi falan derler. Gıcık şeyler...

Weeping Mamma Blues, Felt.

Güzel insanlar, iyi atlar; nefis bir Yaşar Kemal hikayesidir, bi yerden bulsam da koysam..

We are leaving you dont need us: Aynı mealdeki bir CSNY ve Jefferson Airplane şarkısında geçer içli içli; Wooden Ships. David Crosby'nin (Onur sakalları kesip sadece bıyık kaldıında acaip benzediği adam) evinde JA gitaristi adı neydi unuttumun da olduu bi ortamda hep beraber yazmışlar. Önce CSNY koymuş albüme sonra JA. Her iki grup da eser sahibidir, o yüzden Rock müzik tarihine iki orjinal versiyonu olan bir şarkı olarak geçmiştir. Crosby tayfasınınki daha cool ama üzüntülü, Airplanecilerinki daha ürpertici ve üzüntülü. Ben önceleri ikincisini severdim, sonraları ilkini. Hepsini sevdim ben. Canlarım benim.

21 Ocak 2008 Pazartesi


Hay böyle aşkın ızdırabını!..

Bilinir, müzik bana önemlidir. Her şeyden önce dinleyici olarak. Bu da ızdırap konusu olmuştur zaman zaman, ama şimdi konu bu diil.
Müzikle, son derece kişisel bir seviyede tutmaya özen göstererek, üretiyor olma tarafından da uuraşmaktayım yıllardır; yıllardır dediim, elimi şöle bel seviyesinde tutarak 'şu kadarlıımdan beri' diyebileceim bir zamandır. Ama yine o kadar zamandır da, parmaklarımı şööle bir fıstık kadar açarak 'şu kadar bişiiler yapıyorum işte' dememi gerektirecek bir yoğunlukta. Bu işi böle amatör bir seviyede tutmak önemli oldu benim için, kendime müzisyen diyebilecek bi şekle soksaydım çünkü, müzikle ilgili diğer taraf, dinleyici olan, çok şey bekleyecekti kendimden, çünkü müzik görgüm, şu yazıda öğle gereksiz bir ezikliğe girmediimi özellikle göstermek için söylüyorum, müzik bilgimden de müzisyenlik becerimden de çok çok ötede oldu her zaman. Ve işin keyfini kaçırmamak adına böyle olması işime geldi.
Yani ben her zaman iki tımbırdatıyor oldum. Hiç bir zaman 'müzisyen' olmadım.. (Çok da hoşuma giderdi halbuki şööle "merhaba bayağn, ben bilge, müzisyenim" diyebilmek. (bu bayağn parantezini yapmasam olmazdı, şurdan biliyorum; ben şu hayatta yüzyüze n kadar müzisyenle tanıştıysam, en az 8n kadar portföyünde bir müzisyen eski sevgili olan kadınla tanıştım. demek ki.)) Yani, dediim, hep iki tıngırdatıyor oldum.
Buraya gelirken ilk seferde sıra onlara gelmeyeceğini bildiğimden, gitarımı, udumu ve tüm müzik programlarımı bırakmıştım ankarada. ilk zaman meksika stratı ankarada satıp üztüne biraz daha koyup buralardan amerikan strat almak şeklinde bir fantazi vardı, ama benim emektar, kıvılcım'da 4 ay bekleyip müşteri bulamayınca (e iyi gitar çünkü hakkı olan parayı istedik, naapalım kimsenin yokmuş parası) (onur arkadaşlarıyla başka bişii için gittiinde görmüş onu orda beklerken, "ben biliyorum bu gitarı, abiminki" demiş de kıvılcım adamı da "e niye bizi uuraştırıyorsun abinden alsana direk" demiş. O kadar ilgisiz kalmış yani), sırtlandım onu getirdim, tüm yükün yanında taşıdım, hayatta yanınızda tutmanıza izin veremeyiz yasa gereği, biz onu arkada bi yere koyarız diyen iki ayrı hostese allaaşkına sağlam bi yere koyun veri prişıss falan diye yalvardım falan (hatta ilk uçakta başka bi gitar daha vardı, hostesler kendi aralarında konuşuyorlardı, bi uçuşta iki gitar ya, şansa bak diye). Neyse, geldik Hollanda evimize.
Ta-taa. İlk sürprüz: dayımdan alıp getirdiğim bu laptopun o kadar adi bir ses kartı varmış ki meğersem, gitarı bağladığımda sesini dışarı veremiyor. Dördüncü sınıftayken sahip olduğum ilk PC'nin ses kartı bu kadar beceriksizdi en son. (Arkadaşlar biz gitarı bilgisayara bağlıyoruz ööle çalıp kaydediyoruz derlerdi de nasıl yani derdim. 8-10 yıl falan önceydi.) Gerizekalı şey son oyunları çalıştırmayı biliyor ama. (Bilgisayar sektöründen de iyice nefret ettim bu yüzden, pc dünyası hala güzelmiş bu laptopcıların yanında, en azından kişiselleşebiliyodu, ulan kapitalizm işte, neyse.) Bi iki kurcaladım, çaldığımı duymuyorum ama kaydedebiliyorum. Eh dedim, ben de zaten öyle performans adamı diilim, kırk yılda iki şarkı kaydediim mutlu olabiliyorum, kıytırık bi amfi alırım çalmam gerektiinde, ama yeter ki "benim şarkım" diyebileceim bişiler yapmama izin versin di mi. Sonraki sürpriz: ne cakewalk, ne reason (her zaman kullandıım programlar) bu ses kartını beğenmediler. Ses çıkmıyo işte anacım ya. İki haftadır kısıtlı bilgisayar bilgimle atmadıım takla kalmadı. Ses çıkmıyo. Yok haram bana bu işler bu laptopla. Olmayacak.
Şimdi, benim böyle şeyleri ağlayabildiim tek omuz olan biricik sevgilimin de dedii gibi, 3-5 ay kasar para biriktirir istediim şeyleri yapabilen yeni bi laptop alırım, olur biter. di mi, mesele bu. cık. diil. ben bezdim, yeter arkadaşlar. bu işlerin gün geçtikçe iyileşiyor olması gerekirdi, yani baksanıza herkese bööle oluyo. melih kendisine, daha iyi bi gitar, daha iyi bi ses kartı, daha iyi bi pedal takımı aldı. umut heves etti gitti mandolin aldı, başka bi heves esti gitti bas gitar aldı. ben gittim kendime yeni bi bilgisayar aldım (3 yıl önce) ses kartı öncekinden daha kötü oldu, "latency" denen problemi aşmak için şeytanın aklına gelmeyecek şeyler yaptım, e aştım sonunda, (altyapı olması gereken şeyi kendi kendine çaldırıp kaydedip sonra ilk versiyonun üstüne kendim çalıp böylece iki kaydedilmiş şey yan yana konduunda, kendi kendisini kaydetmiş altyapıyla benim çaldığım arasında eş miktarda latency olmasını sağlayıp yani aslında latency yokmuş gibi duyulmasını sağlayarak) bu arada yaptığım en güzel 3 şarkıyı kaydettim. Ve bir sonraki bilgisayarım latency problemini mumla aratıyor. Ben şu anda müzik yapabilme teknolojisi anlamında 10 yıl öncesine döndüm. Param yoktu daha iyisini yapamazdım. Yarın öbür gün param olur. Ama mesele bu diil. Ben artık sıkıldım. Bu benim 3 kuruşluk zevkimdi. Ama ben kendimi bildim bileli bu 3 kuruş için 30 liralık emek harcıyorum. Ve zaman geçtikçe bu azalmıyor artıyor. E o zaman, başlığa dönelim, sikerim ben böyle aşkın ızdırabını.
Buradan ilan ediyorum: Vazgeçiyorum Ben bu müzisyencilik oyununu artık bırakıyorum. Olmadı işte. Bu 3 kuruşluk tatmin bana yar olmadı.
Gitar odanın bi köşesinde dursun, güzel görünüyor, dekoratif olarak. Ud, umutcum sende kalsın. Eminim benden iyi bakarsın. Şu ana kadar yaptığım ve dijital olarak kaydedilmiş olan herşey özge'de bi dvd'de zaten. En azından saklanmaya değer olanlar. Bu kadar. Bıktırdı bu iş beni. Ben 17 yaşındayken bana dönmeyecek sevdaları sürdürüyor olmaktan haz alırdım. Şimdi 32 olmama aylar kaldı. Olcak şey var olmayacak şey var.
Hala müzik dinleme işinde bildiiniz en muhteşem otoriteye diz çöktürürüm, o ayrı.

9 Ocak 2008 Çarşamba

3 yılbaşı partisi, 4 rakı masası, 6-7 dışarıda dostlarla bira akşamı, 3 Deniz bebek pışpışlaması, 2 anne sofrası (özgeninki, benimki), 1 anane mantısı, 1 sempozyum, 3 jüri, need for speed'de 3 en iyi tur zamanı ve bolca en hasından sevgiliyle-televizyon-karşısında-sarılıp-mayışma hali...
şimdi döndüm. damağımda kaldı.