25 Eylül 2007 Salı

Pazar günü Alper'le müze gezmeye heveslendik, en ortalık yerde duranı diye, askeri müzeye gittik. Güzel, eğlenceli bir müze. Bina da çok güzel, 1600lerden bir cephanelikmiş, biz de tüm o oymalı kakmalı kılıçlar, pistoller, mavzerler ve tanklar bir yana, üzerlerindeki o nefis kocaman ahşap kirişlere, makaslara bakıp durduk hayran hayran. Ama biz iki oolan çocuğunu en çok heyecanlandıran şey tabbiki de modeller, ölçekli küçük askerlerden oluşan ordular ve hatta savaş sahneleri oldu. Çocukken üzerinde at üstünde atatürk resmi olan pullardan süvari birlikleri kurardım ben, böyle epik oyuncaklar hala da heyecan yaratıyor.

(Sağdaki Rusya'daki Napolyon sahnesinin ön tarafı kurşun asker arka tarafı resim; perspektife yerleşip hoş olmuş. Soldaki yürüyüş halindeki İspanyol ordusunda binlerce kurşun asker var)

(Modelin kendisi de birkaç yüzyıllık. Bu fotoğraf detay seviyesini vermeye yetmiyor.)

Müzede Prens William of Orange ile karşılaştık ama kendisini pek etkileyemedik. Bu oranj prens Hollandayı İspanyollardan kurtarıp bağımsızlaştıran şahıs imiş 80 yıl savaşlarıyla, orda bana bişi olmaz diye kalkıp bizim Delft'e gelmiş savaş zamanı, ama adamlar burda bulup vurdurmuşlar onu.


Müzeden sonra bolca pedal çevirdik, ve bu sırada Delft'in, ve belki de yakın coğrafyasının en heyecan verici doğal yeryüzü şekillenmesini keşfettik. Bayanlar baylar, size buralarda gördüğümüz en heybetli tepeyi takdim ediyorum:


Tüm Hollanda'da aşağı yukarı kişi başı bir bisiklet düşüyormuş. Türkiye'de 70 milyon bisiklet olduğunu düşünün.

Bugün amma yağmur yağdı. Döktürüyor sağanak, sonra azıcık güneş görünüyor, sonra uzun süre çiseliyor (fakat bisikletle gidip gelirken ıslatıyor baya), sonra yine sağanak. Farkettim ki ben özlemişim böyle yerde zıplaya zıplaya yağmur yağmasını, rahatladığımı hissettim, demek ki biz hakkaten de kuru bi yaz geçirmişiz.

21 Eylül 2007 Cuma

Bugün rutin okul dönüşü bugün-de-şu-sokağa-gireyim-yolumu-şuradan-uzatayım turunda sahafları ve kitapçıları dolaştım. Beklediğim kadar değillerdi. Birinden Poe'nun Tales of Mystery and Imagination'ının sert kapaklı cep kitabı baskısını 50 cente aldım. Başkasında "Twelve Modern Poets" diye 1946 baskısı bir derleme (Eliot'un Four Quarters'ı tam baskıdayken yeni yayınlanmış da ordan bir şiir ekledik diye errata koymuşlar) ve daha yenice bir Byron derlemesi buldum. Adam beni Fransız sandı da "Fransızca Baudelaire'lerim de var" dedi. Türk olduğumu söylemek burada çok sık şaşkınlık yaratıyor; "gerçekten mi, hiç benzemiyorsun" üç-dört kez oldu şimdiden. Tam kavrayamadıkları bir ölçek farkı var tabi, "Türkiye çok büyük bir ülke ve biz orda çooook kalabalığız. Çeşit çeşit insan var, biliyo musun, hepsi de burda gördüklerinize benzemiyor".
Bi eski kitap kokusu bi de yeni kitap kokusu...
Meydanda bir lunapark kurdular. Pek hoş, pek şeker oldu. Hey gidi hey, az zaman önce de Akçay'da lunaparktaydık, nasıl da çocuklar gibi şen. Eskiden lunapark diyince her şeyden önce dönme dolaptı, lunaparkın temel aleti oydu. Şimdikilere pek heyecansız geliyor herhalde dönme dolap artık hiçbir yerde görmüyorum, şimdi manyak manyak aletler var.


(insanoğlu işte, kuş misali.. eski lunaparklar şimdi kalbimde bir yara...)

Odamın fotoğaflarını koyiim. Burda yaşıyorum şimdi. En azından Ağustosa kadar. Kayıtlara geçsin.
(ikea, sen bizim, her şeyimizsin)
Burda da çalışıyorum. Madem.

(Sağ alt köşe; mimarlık)
Tuvaleti de koyiim mi, burda da sıçıyorum diye.. görmemişin blogu olmuş.. ilahi bilge.

18 Eylül 2007 Salı

Orrayt, o halde ilk notlar:

Yolculuğu Ankara - Sabiha Gökçen - Amsterdam olarak planlamıştım ama Schipol’de uçak-kapı arasını da ayrı bir ayak olarak düşünmek gerekirmiş, git git bitmedi.

Ferruh beni Amsterdam’dan alıp Utrecht’te eve götürdükten ve sonra sabah Delft’e bıraktıktan sonra Hollanda ile ilgili ilk izlenimim bütün ülkenin devasa tek bir şehir olduğu. Bu, sonraki bazı bürokratik işler için trenle Rijswijk’e, den Haag’a ve en son Alper’le Rotterdam’a gittikten sonra güçlendi. Bunlar güya şehirlerarası mesafeler, ama trenle ulasim pek rahat ve hizli.

(Yurt; Sebastiaansbrug, Zusterlaan. Tam eski kentle universite arasında, çok iyi)

Delft çok şirin bir kentcik. Çok sirin, çok çok çoook şirin, ki bu zamanla bizim akdeniz kanımız için bir sıkıntı haline gelebilir, görücez. Sakin, huzurlu. Kanallar, köprüler, nilüferler, ördekler, kuğular. Akşam 7den sonra tamamen sessizleşiveriyor, el ayak çekiliyor. Üniversite de rahat, mutlu bir yere benziyor, en azından buradakiler memnun. ODTÜ’den göçen kominitenin, özellikle de orada asistanlık yapmış olanların dua eder gibi sık sık söyledikleri üzere; “burada cok güzel tez yazılır”. Görücez, görücez…


Eski kentin çok hoş bir dokusu var. Her sokak, her köşe, her taş pek bir nezih, pek bir tatlı. Kampüs (aslında bu ağız alışkanlığı, bu kesinlikle kampüs değil, bir cadde daha çok, nerde ODTÜ’nun kampüsü, onun gibisi yok) ve diğer bölgeler de pek düzgün. Damağımdaki mimar ukalalığı cık-cık-cık bölgesinin paslanma ihtimali var. Bu bütün Hollanda için geçerli tabi, yapıları her zaman çok heyecan verici değil, ama her zaman çok temiz, çok iyi inşa edilmiş. Hapşırdıkları zaman iyi bina çıkarıyorlar gibi bir izlenim var.

Ve bisikletler. Müthiş güzel, çok bilinçli bir şekilde planlanıp teşvik edilmiş ve çok iyi işleyen bir bisiklet kullanımı var. Bisikletlerin ayrı yolları, ayrı trafik lambaları, park yerleri, kendi rutinleri, gelenekleri, ciddi öncelikleri ve bir etiği var ve tüm kentin havasını belirgin bir şekilde etkiliyorlar. Her zaman her yere yürümüşümdür ve yürümekten hiç gocunmam, ama hayatım boyunca hiç buraya ilk gelişimden bisikletimi alışıma kadar geçen zamandaki kadar ‘yayan’ hissetmemiştim. Çocukluğu bisiklet tepesinde geçmiş ve sonrasında bunu hep özlemiş bir insan olarak gözüm döndü, aralarına karışıvermek için sabırsızlandım, ve tüm “çok para verme eninde sonunda çalınacak” uyarılarına rağmen dayanamayıp güzelcene de bir bisiklet aldım. Şimdi akşam eve dönüşte turuncu bisiklet yolunda lambadaki kırmızı bisiklet yandığında onlarca başka bisikletle birlikte beklerken pek bir şenim.


(İstasyonun önündeki bisiklet parkı. Çok para verdiğin bisikletini sağlam bi yere bağlayayım endişesindeysen park yeri sıkıntısı olabiliyor.)

Böyle bir kentte turist değil de yerleşik olmak da pek bir keyif verdi. Akşam vakti yeni kilisenin meydanında oturup pancake yerken görülebilecek her şeyi kısa zamanda görüp kaydetmek için telaşlanmıyor olmak çok güzel. İtalya ve Macaristan’dan sonra katedral gördüğüm zaman refleksim koşa koşa her yerini gezip fotoğraflarını çekip eskizlerini yapmak haline gelmişti, ama şimdi sakin sakin bakıyoruz birbirimize, acelemiz yok, zamanla tanışıp anlaşıcaz.


(Nieuwe Kerk; Yeni Kilise ve meydan)

Utrecht daha büyük, çok daha canlı bir kent. Sokak yaşamı çok daha hareketli. Koro bölümüyle kulesinin arası çökmüş ve yok olmuş katedrali ilginç, şimdi çok hoş bir meydan haline gelmiş orta bölüm. Gittiğim gün bir konser vardı orda. Bu adamlar public space işini çok iyi biliyorlar.

(Utrecht; Dom)

Den Haag’da uzaktan komik postmodern yüksek binalar gördüm, ama olur artık o kadar. Oud’unkilere benzeyen 30larin havasindaki sıra evler benim için daha heyecan vericiydi. Simdi tamamen göçmenlerin böyle yerler. Alper de Delft’te böyle bir super-blockta kalıyor. Muhit biraz güvenlik endişesi veriyor ama modern mimarlik tarihini Türkiye’de öğrenmiş bizim gibi insanlar için ilginç deneyimler bunlar, roman kahramanlarıyla tanışmak gibi.

(Alper'inki bu değil, arkada görülenlerden, ama ortam bu.)

Rotterdam’a ilk sefer için tamamen gezi-dışı amaçlarla gittik. Ama iki iş arasındaki zamanda vakit geçirmek icin yürürken tamamen haritasız ve bilinçsiz bir şekilde kendimizi NAI’nin önünde bulmak komik oldu, nasıl bir içgüdüyse bu.. E gelmişken Kunsthal'e de bir uğradık. Daha planlı ve maksatlı bir gezi sonra.

(NAI; Netherlands Architecture Institute. Rotterdam'a ilk gelişimiz ve ayaklarımızın bizi bilinçsizce götürdüğü yere bak; Mimarlar Odası!!)

oradaydım ve şimdi buradayım

“Oradaydık ve simdi buradayız”ın, “Been there and back again” için çok hoş bir çeviri olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Aslında oldukça serbest bir çeviri, aktardığı şey aynı değil, ikisi farklı ifadeler. Ama özgünündeki müziği yansıtmakta, ya da özgünündeki gibi bir çeşit müzik yaratmakta cok başarılı. Tüm Hobbit’ten koparılıp kendi başına düşünüldüğünde bence, daha bile güzel. Daha yalın, daha iddiasız. Daha sessiz bir ağırlığı var. Tek başınayken bir çeşit haiku gibi; idrak edilebilir ama tam olarak aktarılamaz bir deneyimi kastediyor, ama bunu çok da büyük bir mesele haline getirmeden.

Ve işte, çok da büyük bir mesele haline getirmemek benim şu anda burada olmakla ilgili ilk hissiyatımın temeli. On iki yil Ankara’da yaşadıktan sonra sahip olduğum her şeyi ya dağıtıp ya da emanet edip iki çantayla uçağa atlayıp buralara taşınmanın ve başka bir kentte yaşayıp başka bir üniversitede çalışmaya başlamanın bendeki ilk özeti bu oldu; oradaydım ve şimdi buradayım. Cümlenin işaret ettiği şey değişim, ama bunu öyle yapıyor ki bu olan, “Been there and back again”deki gibi her şeyden çok bir macera oluşu üzerinden anlamlı bir macera değil. Bu aslında bir macera bile değil. Zaten bunu ben bile yapmadım, bu oldu. Olanın adı da bu; oradaydım ve şimdi buradayım.

Bir istisnayla. Bundan 6 ay önce buraya gelme ihtimali ilk ortaya çıktığında her şeyi olduğu gibi bırakıp hiç arkama bakmadan atlayıp gelecek durumdaydım. Ben Ankara’ya doymuştum, Ankara bana doymuştu. Tebdil-i mekan artık kendisini fena halde dayatmaktaydı. Sonraki 6 aya buradan çok fena özlenecek bir yığın şey doluştu. Şimdi “orada” özlediğim bir sevgilim var. Şikayet ettiğimden değil tabi, sadece hala orada olan ve burada olmayan bir parçam var, onu not ediyorum.