Sometimes I dont think about nothing but the Monkey Man.
Öte taraftan, zaten, hollanda günlüğü dese de başlık, günlük gibi de görmüyorum ben bunu; daha çok 10-15 arkadaşa aynı anda mektup yazmak gibi. İletişimsel bişi yani, çok da kişisel diil. Canımı sıkan, anlatmak istediğim bişi olursa da anlatıyorum, iyi de oluyor, geçen haftaki gibi. (Nefis arkadaşlarım var benim, pıt-pıt istediğinde canım hemen anlarlar ne istediğimi hiç esirgemezler benden.)
Ama her zaman öyle bol bol anlatası olmuyor insanın. Bazen işte, nothing but the monkey man. Arkadaşlar her zaman anlatıp durmak için diildir ki. Mektuplar da öyle. Bazen sadece basit bir yanyanalık hali, talepsiz beyansız. Küçük anlamsız varlık işaretleri. Bazen sadece, mesela, yanyana arabada oturmuş giderken diyelim, kenardan geçip giden dükkanın tabelasını okumak yüksek sesle: "boydarlı mobilya, döşeme, tamirat", ve diğeri, arabayı kullanan diyelim, başını sallayıp hı hı. Ve bu kadar, bi 15-20 dakka daha sakin huzurlu sessizlik yan yana. Böyle bir mektup yazma biçimi olabilir, dahası insanın buna ihtiyacı olabilir. Böyle mektuplar yazmışlığım da çok oldu yeni yetmeyken. Şöyle şeyler yazardık mesela birbirimize; "hava karardı. çay koydum. travelling wilburies'in şu dylan'ın söylediği şarkısını dinliyorum, tweeter and the monkey man". Bu kadar. Tüm bu 'havadisler' zarflanır pullanır gönderilirdi (hey gidi hey).
Ama bunun blog karşılığı nasıl olacak? Eninde sonunda sevgili günlük, çok sıkılıyorum olacak işte. Hem de hollanda günlüğü bu, sormazlar mı adama Ankara'da sıkılmaların suyu mu çıktı da oralara sıkılmaya gittin diye. Ama naapiim, hava kapalı, bi yığın iş birikti, bi de demiş miydim, hava kapalı, hep kapalı. Sıkıldım işte yav, adı bu. Olan buysa bu yazılacaktır elbet. Ben buradayım yani, ey blogger, sen neredesin.
...
NAI'nin kitapçısında indirim haftasonu. Erkenden gittik ama en iyiler gitmişti. Yine de bir kaç güzel şey, en önemlisi nihayet doğru düzgün bi rehber. Sonra öbür sahaf, yine güzel kitaplar. Telefonda bi arkadaşla sadece basit bi "rotterdam'da mısınız siz ben de şimdi indim, nerdesiniz - şey tarafında - tamam o zaman şeyin şeyinde buluşalım" üzerine buluşabildik, haritasız falan yani. Sevinç'in dikkat çektiği üzere güzel bişi bu: turist deiliz artık buralarda. Kunsthal'de Jean Tinguely sergisi, pek kıpır kıpır pek neşeli şen şakrak bir sanat, bayıldık. (hurdalardan yapılmış hareketli heykeller, ya da işlevsiz makinalar ya da neyse işte. Sadece soyut diildi, espriliydi de, çok sevdim.) Akşam Dizzy'de. Rotterdamı'ın (herhalde) en hoş jazz klubü bi sürü striptiz falan şeysinin olduu tarafta. Uygunudur belki, kimse rahatsız görünmüyodu en azından.
Gazete durmadan. Türkiye'de başörtüsü, merkez bankası vs. Mimarlığa yol açınız ulan çıkışı. Sağdan soldan bi sürü okuyup insanlarla mailleşip falan sıkıntı katmer katmer. Şeytan diyo "Türkiye mi? Uzakta, Asya'da bir ülke olsa gerek" ol. Nasıl olsa her yerde gurbetteyiz di mi, belki en çok orda, en çok en çok da İstanbul'da.
Çay koydum şimdi. Felt çalıyor. Bilmezsiniz Felt'i, ben de çok şans eseri denk geldim. 70'lerin başında 1 tane albüm yapıp daalmışlar. Böle "günde 50 cent için pamuk tarlasında belim kırıldı, sonra abim vietnam'da öldü" falan diye sözler yazıp, gayet beyaz bir gırtlakla hiç gocunmadan böle nefis nefis söyleyip bi de böle böle geveze geveze sızlanan nefis sololar çalan adamlar işte. Varmış böyle insanlar bi zaman.
Ama işte o güzel insanlar o iyi atlara binip gittiler di mi, hep beraber. Şu yol temizleme ekipleri İstanbul şubenin seçimlerini de kazansalardı tam we are leaving you dont need us havası olacaktı üstüme üstüme şu güneş yok memlekette. Neyse ki 1 tanecik mimarlar odamız var di mi. Bu seferlik. Hakim rüzgarı arkasına aldıında 15 günde ne biçim fırtına koparıyor insan. Öbür seçime kral olurlar kesin.
Ben oturiim ders falan çalışiim ya. Pıf. Zaten bi tweeter, bi monkey man, bi de öbür kızcaız, Jan. -Ona noolmuş? -For reasons unexplained she loved the monkey man.
...
Oynayanlar (in ordır of epperiıns):
Tweeter and the Monkey Man, Travelling Wilburies (TW, George Harrison -beatles adamı-, Roy Orbison -şu pretty woman işte-, Tom Petty -and the Heartbreakers olan-, Bob Dylan -canım- ve Jeff Lynne -bu da mühim bi adamdı ama unuttum-'den mürekkep bi süper grouptur.)
"Türkiye mi? Uzakta, Asya'da bir ülke olsa gerek": Bunu hatırlıyosunuz di mi, trt'de görüyo musunuz ülkemizi nası da tanıtamamışız konulu bi eğitici filmcikte amerikalı bi adam böle diyodu, yoldan çevrilip sorulmuş. Böle bi eğitici filmcikler serisi vardı. "Ama ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişi!" vardı mesela. Şimdiki çocuklara izletsen onları ne bu eski doğu bloğu ülkesi şeysi mi falan derler. Gıcık şeyler...
Weeping Mamma Blues, Felt.
Güzel insanlar, iyi atlar; nefis bir Yaşar Kemal hikayesidir, bi yerden bulsam da koysam..
We are leaving you dont need us: Aynı mealdeki bir CSNY ve Jefferson Airplane şarkısında geçer içli içli; Wooden Ships. David Crosby'nin (Onur sakalları kesip sadece bıyık kaldıında acaip benzediği adam) evinde JA gitaristi adı neydi unuttumun da olduu bi ortamda hep beraber yazmışlar. Önce CSNY koymuş albüme sonra JA. Her iki grup da eser sahibidir, o yüzden Rock müzik tarihine iki orjinal versiyonu olan bir şarkı olarak geçmiştir. Crosby tayfasınınki daha cool ama üzüntülü, Airplanecilerinki daha ürpertici ve üzüntülü. Ben önceleri ikincisini severdim, sonraları ilkini. Hepsini sevdim ben. Canlarım benim.