Cuma gecesi çok hoş bi şeye denk geldik. Minos'ta yemekten sonra (sevdiğimiz bir yunan lokantası, meydanda, güzel döner yapıyorlar ve türk garsona türkçe sipariş verebiliyoruz. Ama baklavası hiç bi şeye benzemiyor) bira için Olgu'nun önceden görüp de beğendiği ama denemediği bir yere gittik. Gayet güzel, şirin bir pub, çok klasik cinsten, köşede, içerde bir bar ve 4-5 masa, duvarlar eski tabelalarla falan dolu. Yeni kilisenin hemen arkasında, oturduğumuz masanın penceresinden kilisenin beyaz kulesi ışıl ışıl hemen önümüzdeydi. (Yeni derken, kilisenin adı bu, 16. yy'ın başında tamamlanmış, bi de eski kilise var o 12. yy'a kadar gidiyor. Bu eski kilisenin eğik kulesinin -gayet bariz bir şekilde eğik- etrafındaki alana bayılıyorum ama gidip dolanmak dışında bir şey yapılamıyor, oturulacak bir yer bile yok.) Biranın bira menüsünden seçildiği yerlerden biriydi, gerçi biz hala menüden seçip bu olsun diyemiyoruz, karmakarışık isimleri var ve içlerinden birisini "her zamanki" haline getirmek için malum, önce ismini ezberlemek gerekiyor. Her seferinde farklı şeyler denemek de pek çekici tabi. Biz şimdilik garsona istediğimiz birayı tarif ediyoruz, "tatlı değil spicy bi şey olsun, sert yüksek alkollu olsun" falan. Pek güzel şeyler içtik şimdiye kadar, çoğunlukla belçika ve hollanda biraları. Bu sert biralar değişik bir bira deneyimi veriyor, bilen bilir böyle yerlerde otururken boş durmayı sevmem ben, canım sıkılır, o yüzden bardaklar durmadan gider gelir. Ama bu tip biralarla bütün gece içinde üçü bulmak ender. 12 dereceden bahsediyoruz tabi, diğer yandan tadı, aroması da gayet ağır olduğu için lık lık içilmiyor, daha bi tadını çıkarmak gerekiyor. Çok sevdim, gayet güzel, ama ben yine de geceyi heinekken ya da amstel gibi daha tanıdık pilsnerle bitirmeyi seviyorum. Biraya birayla cila yani :)
Herneyse, Alper, Olgu ben otururken Jose yanında Kolombiyalı bir arkadaşıyla geldi. Jose Alper'in ilk zamanki ofis arkadaşıydı, 40larında, Portekizdeki doktorayı buraya aktarmış, hoş sohbet sıcakkanlı bir adam. Beraber bolca öğle yemeği yedik ve bir süre sonra da ortaya çıktı ki, gayet ortak bir müzik zevkimiz varmış, devasa bir jazz-progressive arşivine sahipmiş. Bu ortaya çıktığından beri Alper'e yazık olmakta tabi, Davis, Zappa, Zorn ya da vs. konusu açıldığında saatlerini bizi dinleyerek ve araya girip konuyu değiştiremeyerek geçirebiliyor. Ama geçen akşamki grup daha genişti, Kolombiyalı'nın da pek şen şakrak olduğu kısa sürede anlaşıldı.
Sonra bir adam herkesi susturup bir şeyler söyledi ve herkes o taraf dönünce masalardan birinin üstüne çıktı ve bir şiir okumaya başladı. Alkışlar falan bi iki tane daha. Sonra kaçınız english-speakingsiniz diye sorup da bizim masa elini kaldırınca bizim şerefimize iki tane de ingilizce okudu. Gayet güzel şiirlerdi, ikincisi gayet de üzüntülüydü, bir arkadaşı elinde bir şişe şarapla sıkıntısını paylaşmak için kapısını çalıyor, oturup eski günlerden bahsediyorlar ve sonra diyorlar ki, hani kendimizi o kadar mutlu hissettimiz ve işte şimdi ölebilirim dediğimiz zamanlar vardı ya, keşke o zamanlardan birinde gerçekten ölseydik.. O indikten sonra başka birisi çıktı ve uzunca bir şiir okudu, uzun, seri, enerjik cümlelerle, Ginsberg'in Howl usulü, soluksuz kalıncaya kadar. Arada yakaladığımız kelimeler güçlü referanslar veriyordu; Jim Morrison, Free Jazz, Pink Floyd. Keşke anlayabilseydik.
Garsona sorduk nooluyo diye, ara sıra bunu yaparlar dedi. Delft'te yaşayan 10-15 şair varmış, basılı kitapları olan, ve bazen bar bar dolaşıp şiirlerini okudukları böyle geceler düzenlermiş. Bir süre sonra bu ikisi gitti, başkaları geldi zaten, ortalık da iyice kalabalıklaştı. Bu aralar buralarda oldukça öfkeli, agresif bir şiir tarzı revaçta anlaşılan, aşağı yukarı 20 dakikada bir, bir masanın üstüne çıkanlardan anlayabildiğimiz. Ne yazık ki ilkinin ingilizce jestini tekrarlayan olmadı. Yine de bir süre için ilginçti, şiirin, iyi okunduğu zaman yabancı bir dilde bile tat veren bir müziği oluyor.
Ama zaman geçtikçe durum bizim masa için saçma bir hal almaya başladı. Geyik içinde bi yarım saatte tüketilip geçilmesi gereken bir mevzu saatler sürünce.. Tam Jose bize Portekiz gitarının İspanyoldan nasıl farklı olduğunu anlatıyor, birisi hop masanın üzerine het höt aftlepşıneert bişiler, 10 dakka sessiz onu dinliyoruz, sonra, e nerde kalmıştık.. Sürdüremedik basit bir muhabbeti yani..
Bi ara zavallı bir adamcaıza çok komik bi şey oldu, kesinlikle onun yerinde olmak istemezdim. Birisi tam esprili, herkesi güldüren bir şiirini okudu aşağı indi, aradaki sessizlikte kapı açıldı, içeriye bu adamcaız girdi. O sessizlik anında herkes döndü ona baktı ve ardından da şiirdeki esprilerin de havasıyla kahkahalar koptu. Düşünsenize, her zaman gittiğin bir yere gidiyorsun, kapıyı açıp içeri giriyorsun, bir anda herkesin susup sana baktığını farkediyorsun ve hemen arkasından tüm bar kahkahayla gülmeye başlıyor. Adamın suratındaki nooluyo lan hali felaketti, bunun o saçma sıkıntılı rüyalardan olduğunu biraz sonra uyanacağını falan düşünmüş olmalı..
Artık sıkılmaya başladığımızda, ulan şimdi de ben fırlasam bi masaya da "dörtnala gelip uzak asyaadaaan akdenize bir kısrak başı gibi uzannaaan" diye başlasam da biraz da onlar bize anlamadan salak salak baksalar diye düşündüm.
Çıkışta yollarımızın ayrıldığı noktaya geldiğimizde ayakta dikilip sohbet ederken -Hollandalıları çekiştiriyoduk aslında- bu memleketteki ilk azarımızı da işittik, birisi pencereye çıkıp bişeyler sölenip kapattı. Böle konuşup gülüşcekseniz bara dönsenize gibi bişey demiştir herhalde, ne bilsin bizim misafir geçirirken kapı önünde saatlerce sohbet etme geleneğimizi. Olaysız dağıldık biz de.
Bi Grateful Dead çalasım var burda. Loser olsun. Çok büyük muhteşem önemli bir Dead şarkısı deil ama benim çok sevdiklerimden.