16 Ekim 2007 Salı

Güzel, şirin bir haftasonu oldu. (Bi dakka olmaz, bi toparla, hangisi?) Peki, şirin bir haftasonu oldu. Cumartesi sabahı Utrecht'i iptal etmek zorunda kaldım, onun yerine Delft'te şirin (artık) bir gün geçirdim. Öğlen burdaki Türk kominitesinin bir kısmıyla, ve Olgu'nun ofis arkadaşı olan Egbert ile, (g'yi o genizden gelen h olarak okuduklarına göre böyle yazıldığını tahmin ediyorum. Ama bu o daha Arap olan geniz h'siyle aynı değil, bu daha yukarıdan, tam boğazdan değil, daha damağa yakın bir geniz.) Beestenmarkt'ta biralar içilip sohbet edildi. Ali Hoca'dan bahsetmek gerek. Ali Hoca ODTÜ Mimarlık'tan, o zamanın sıkılarından, 12 Eylül zamanı ülkeyi terketmek zorunda kalanlardan. İşkence anılarına girdiği zaman biz gençlerin önümüze bakıp bir yorum yapma saygısızlığında bulunmadan dinlemeye çalıştığımız kuşaktan. Daha önceki muhabbetlerimizde bize tam jüri zamanı sağcıların fakülteyi basacaklarını önceden öğrenip de hazırlanıp gittikleri ve faşistler camlardan içeri ellerinde dinamit lokumlarıyla daldıkları zaman hepsini nasıl "indirdiklerini" anlatışı unutulmaz. Uzun süre Amerika'da kalmış, orda okumuş, çalışmış, sonra buraya gelmiş, yıllardır da burada. Buranın standartlarına göre, Prof. olmadan bir insanın görebileceği en üst düzey saygıyı görerek yaşayan akademisyenlerinden birisi, benim anladığım. Son dört-beş yıldır Türkiye'ye gidip gelebiliyor, hatta orada yerel yönetimlerle çalışıyor, bir fark yaratmaya çalışıyor. Güzel bir insan. Geçen cumartesi ilginç olan, İzmir'den açıldı konu, Ali Hoca "İzmir'de yaşanmaz, leş gibi kokuyor bi kere, Ankara güzel" dedi de, nasıl anlatacağımızı bilemedik, yok hocam, 5-10 yıldır körfezin kokusu kalmadı, onu hallettiler, İzmir gittikçe daha da güzel bir yer oluyor, asıl Ankara bir battı ki bildiğiniz gibi, değil diye. İnsan utanıyor, yani ben utanıyorum, benim kendimi bildiğim kadar zamanı Ankara'da, bir o kadar zamanı da Türkiye'ye giremeyerek geçirmiş bir güzel adama son durumu anlatmaya.


Beestenmarkt ise daha önce burada "çınarlı meydan" olarak geçmiş olan yer. Eski hayvan pazarı oluyor, netekim, beestenmarkt bu demek. Şimdi tamamı çınarlarla örtülü meydanın etrafındaki cafe ve barların masalarıyla dolu, çok hoş bir açık havada bira içip pancake yiyip sohbet edelim güzellemesi. Çok ilginç bir adet, bir takım insanlar burda özellikle geceleri, boş masa olsa bile ortalık yerde ayakta durup bira içip sohbet ediyor. Ama biralar "büfe"den alınan efes kutu biralar değil, bunlara da aynı garsonlar servis veriyor, aynı hesabı ödüyorlar. Ayakta durmayı seven insanlar bunlar. Mekan ekonomisi alışkanlığı ile ilgili olsa gerek. Haftasonları güzel havalarda cıvıl cıvıl bir yer oluyor. Ne zaman gitsem tam ortadaki çoook naif inek heykeline tırmanan bazı çocuklar oluyor, ana babası bi yerlerde oturup kahve ya da bira içen. Çocuklara davranış şekilleri bu; kaç kere gördüm, el kadar da olsa çocukları resmen salıyorlar çayıra. İki-üç yaşındaki bebecik, orda kuru yaprakların ve kumların arasında nasıl yuvarlanıyor, anne babası ötede oturmuş kahvelerini yudumlarken. Hiç ööle aman evladım dikkat etleri yok. Yine calvinist disiplinle ilgili bir şey herhalde, anlatılmıştı, ufacık bebecik babasının arkasından yürüken düşüp yuvarlanıyor da, babasının tüm yaptığı durup beklemek, kalksın da tekrar yürümeye başlasın diye, bir yandan sabırsızlık belirtilerini saklamadan. Bisikletlerle de aynı, ben de gördüm, önden bir anne ya da baba kocaman bisikletiyle gidiyor, arkada çocuklar küçük bisikletleriyle (yani sadece kas değil dişli farkı da çok açık) nasıl çırpınıyorlar ayak uyduracaz diye. E iyi bir şey herhalde, el kadar ülkenin beş yüz yıl dünyayı sömürmesini sağlayan bu eğitimse..

Geçen haftasonu da gerçekten güzel bir hava vardı ama. Ankaradaki kurak yazdan sonra güneşi bu kadar özlemiş olmam garip, demek ki tamamı bulutlu beş gün yetiyor. Beestanmarkt'ta içilen biralardan sonra herkes işinin başına dönünce bisikletle gezmeye heveslendim. Üniversitenin doğu tarafında kalan daha önce gitmediğim bölgeye gittim, bir çeşit botanik parkın bu tarafta olduğunu bilerek. Bulduğum bu mu bilmiyorum ama çok güzel bir park ve kamp alanlarıyla çevrili bir göle çıktım. Cumartesi günü sadece pedal çevirdim, keşif amaçlı. Pazar günü, yine Alper'in hadi güneş altında ööleden sonra birası içelim ayartmasndan ve iki bira sonra çalışmaya dönmesinden sonra ise daha planlı gittim aynı yere, çantama kitabımı ve elmamı koyarak. Buralarda pedal çevirmek bana çocukluğumun en güzel zamanlarıyla ilgili nefis flash-back'ler verdi. Bu çocukluğumun-en-güzel-zamanları benim için Manyas'ta bisiklet tepesinde geçmiştir, ve biz o zaman Manyas'ta bisiklet yazlarını "en iyi tur zamanını kim yapacak meydanları"nda geçirmediğimiz zamanlar yakın köylere gidip gelerek geçiriridik. Ve peyzaj, temel öğeler itibarıyla aynı, çünkü Manyas da ova memleketidir, yani Manyas'ta tepe köyleri de vardı ama biz doğal olarak bisikletle gitmek için tepe köylerini değil ova köylerini tercih ederdik. Bisikletle gidilecek keyifli yol demek, sakin sakin şırıldayan derenin yanındaki kavaklar boyunca kıvrılan yol demekti. Ve ben geçen gün neredeyse o yoldaydım. Sadece su, sakin şırıldayan dere değil, dümdüz bir kanaldı, kavaklar daha canlı ve daha sağlıklıydı, yol traktörler ve çoban köpekleriyle gönülsüz paylaşılan bir yol değil (ki köpekler her zaman yarışmak konusunda son derece zorlayıcı olmuşlardır, hiç de sormazlar halin var mı diye), sadece bisikletler için inşa edilmiş bir yoldu (italikleri bu medeniyet seviyesine saygımdan kullanıyorum), çiftlik binaları yokluğu değil pastoral bir çeşit zevki ifade ediyorlardı, ve ister inanın ister inanmayın, tezek kokusu daha güzel bir tezek kokusuydu. Ve tabi ki bisikletim, artık vitesleri falan olan daha afili bir bisiklet.

Yorulduktan sonra gölün hemen kenarında kitabımı okumak için uzandığım yerin 20 metre solunda şezlonguna uzanıp oltasını sallayıp kitabını okuyan bir adamcaız vardı, 30 metre sağında ise kıçının kılları ağarmış iki yaşlıca adam çırılçıplak soyunmuş güneşleniyordu. (Kıçının kılları ağarmış derken hilal-i ahmere konuşmuyorum yani, gördüm ki söylüyorum.) Bir an önce kendime ucuz bir kilim ya da pad gibi bi şey almam gerek, bu memleketin çimleri her daim ıslak. Bu göl bizim Eymir'den az küçük gibi, yani etrafında bir tur atmak daha kısa sürüyor, ama Eymir ince uzun, nehirimsi bir göldür, bu tam yuvarlak, o yüzden daha bir "su birikintisi" havası veriyor. Dinlendikten sonra hiç oyalanmadan tekrar seleye atladım, çünkü allah kahretsin, bu memlekette bisikletle gezmek çok zevkli. Kavak, çınar ve söğüt (bu sırayla) favori ağaçlarım olmuştur ve burası bunlarla dolu. Bunların altı tertemiz dümdüz asfalttan (Alperin dediği gibi, bunlar asfalt dökmekle ilgili bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyorlar?) bisiklet yollarından ibaret ve bu yolda bırak motorlu araçları, yayayla karşılaştığın zaman ne işin var kardeşim benim bisikletimin yolunda diye kızma hakkın var (geçen pazar bir grup çinliye yaptığım gibi). Ben ki sportif bir insan değilim, ama şu ara kendi bedenimle hiç olmadığım kadar barışığım. Pedala asılırsın, fizik kuralları karşı koyar, rezistansı hissedersin, ve hayır dersin, bu daha hızlı olabilir, rüzgar suratına vurur, pedala gücünü kabul ettirirsin ve birden daha rahat dönmeye başlar. Seviyorum ben bu bisiklet işini, yedi yaşımdan beri. Çünkü bu, mesela bir yüzme havuzunda olacağı gibi, kendi kendine olup biten bir şey değil. Burada kavağın yaprakları arasından yalayıp geçen akşam güneşinin estetiği var. Uzayan gölgeler var. Rüzgarın sesi var. Bence bisiklet sporla sanatın kesişiminde.


Fotoğraflar: Google earth vs.

Müzik: bu sefer uzunca bir şarkı. Porcupine tree, the sky moves sideways. Eski güzel progressive'lerin hatırına çalışan yenice gruplardan, mars volta'dan sonra iyi müziğin devamı sayarım bunları. Aslında burda elimin altında bir editor'um olsa ilk 8 dakikasını falan kesip koyardım ama geri kalan 26 küsür dakikanın da bir zararı yok. Ama o ilk kısmı çok güzel Pink Floyd, ben özellikle 4:45 civarında başlayan bölüme bayılıyorum. Sözler de çok güzel, özellikle nakarat; sometimes I feel like a fist, sometimes I am the color of air, sometimes it's only afterwards I find out I'm not there. Çok, çok güzel. Sonra o temiz gitar solo. Çok bariz gilmour, sadece temiz Strat soundu diil, tavır da öle, ilk akorun etrafında dolaştıktan sonra akor değişimini (bası takip ederek) gayet yuvarlak bir şekilde (tam onu demeden ama onun etrafında dönerek) göze sokan tarz, çok kibar ama çok bariz, çok yumuşak ama çok belirleyici. Gilmour tarzı bu, bu Pink Floyd. ve ismi veren o cümle, ifade ekonomisinin çok güzel bir örneği bence; we watch the sky moves sideways, yani, yattık yere bir yandan çok huzurlu hissederken gökyüzünde günün akşama dönüşünü seyrettik demenin çok derin ve serin bir şekli diil mi, yani eğer gökyüzü yan yan kayıyosa bu başka nasıl mümkün olabilir ki.. Geri kalan kısım gayet harbi, iyi cins progressive rock, oryantal, neyimsi gitar kısımları hariç, ondan britiş bebeler etkilensin, ben harbi neyzenleri dinlemiş bi insanım, hem erkan oğur bunu yıllar önce yaptı. (Bu arada bu "alternative take", şarkının orjinal hali deil, ama ticari bir albüme bunu koymuş olmaları durumu nispeten affettiriyor. Alternative kelimesinden nefret eder oldum, "şu sizin için, bu bizim için" der gibi, dinleyiciyi aşağılayan bir tavır bence)

Hiç yorum yok: