22 Ekim 2007 Pazartesi


Bugün Deniz doğdu! Pek şeniz, pek neşeliyiz, keyifliyiz hepimiz. Ta buradan bile beni de heyecan bastı. 9'dan önce yataktan çıkamayan ben 7.30da kör karanlıkta (yes, tam aydınlanması şimdiden 8.30a yaklaştı. Kışın nasıl yaşanacak hiç bilmiyorum. Hele yaz saati bitince.) attım kendimi yataktan, dön dön bi yere kadar. Çok geçmeden Özgem arayıp nefis haberi verdi zaten. Şimdi sabırsızlıkla Umut'un fotoğrafları bir yerlere yüklemesini bekliyorum. Anlatılanlar nefis, herkeste bir heyecan, bi şaşkınlık, bi ağzı kulaklarında "oolum lan, ya, vay be!" halleri. Berna'yla Memusunkinin de yolda olduğu haberi geldi. Başka gaza gelen de olur kesin, döndüğümde ortalık velet dolu olacak. Hehe, yani lan, vay be...

Şarkı elbette bebek için :) 1975 İzmir'den 21. Peron diye bir gruptan, bi dönem ilginç şeyler yapıp kaybolmuşlar. Çok doğrudan olabilir belki ama bebek için bu size ne.

Pazar günü, Amsterdam, nihayet. Önce Andy Warhol sergisi. Pek gerekli deildi aslında ama gayet zengin bi Warhol kolleksiyonu geçici bir süre için Amsterdam'daydı, görmek gerekirdi, gördük. Ben bu adamı oldum olası sevemedim. Bence bu Warhol denilen adam, çok çok canı sıkılan bir adam, tüm yaptığı da biz fanilere ne kadar çok canı sıkıldığını anlatmak. Bi dönem için ilginçtir herhalde ama. Yani "bir sergi salonunun duvarında bir Campbell çorba konservesinin çok banal bir resminden yan yan 8-10 tane asılı olduğunu düşünün" ifadesini duyup bunu düşünmek ile gidip bunun yapılmış halini görmek arasında pek de bir fark yoksa, yani estetik/entelektüel deneyim açısından, ben bunu "iyi bir fikir"den daha fazlası kılan şeyin ne olduğunu bulamıyorum. Filmlerse olağanüstü sıkıcıydı zaten, yani insanın şımarıklık diyeceği geliyor. Aynı müzenin kalıcı sergi salonlarında bazı Fluxus videoları falan vardı, çok çok daha ilginçtiler.

Sonra Rijksmuseum, çok büyüleyiciydi tabi, en çok da Rembrandt'lar. Tüm 17. yy. Hollanda ressamlarının ışıkla yaptıkları nefis, ama özellikle bazı Rembrandt'lar müthiş güçlüydü. Genç kendi portresiyle Prophet Hanna mesela. İkicisinde yüz karanlıkta kalıp daha az işlenmişken elin detay seviyesi ve canlılığı okuma hareketini öyle güzel canlandırmış ki. Bunlara gidip iyice yakından bakmak müthiş oluyor. Etki çok büyüleyici.





























Vermeer'lar biraz hayal kırıklığı oldu, çünkü çok azdılar. Meşhur süt döken kız zaten Japonya'ya gitmiş bir süreliğine. Mektup okuyanı vardı. O da çok güzel. Ben hep çok sevmişimdir Vermeer'ı. Ama başka Vermeer'ların nerelerde olduğunu öğreniyoruz yavaş yavaş. Asıl Delft'te var tabi bir merkez ama gittiğimde kapısında "iflas yüzünden kaplıyız" yazıyodu, sizin yüzünüzden işte der gibi.

Müze gezmek yorucu bir şey. İkincisi bittiğinde saat altı olmuştu ve canımız çıkmıştı. Bi yerde oturup iki üç bira içip döndük.

Amsterdam fazla turistik bir yer gibi geldi, her şey "ne kadar ilginciz di mi" diye bağırıyodu. Red light district de öyle bir şey. Berlage'nin eski Stock Exchange binasını bulmaya çalışıyorduk (1902, bişeylerin değişmeye başladığı zamanlara işaret eden önemli bir bina, asıl orta holünü görmek istemiştim ama vakit kaybetmemeye karar verdik). Sonra iç çamaşırı mağazasının vitrini sandığım yerde vitrin mankeni sandığım kadın kımıldayınca farkettim nerede olduğumuzu. Abes bi görüntü valla.

O ekip de güzel bir ekipti, dönüş yolunda bi kaç aktarma yapmak zorunda kaldık ama bu bizi çok eğlendirdi. Yorgunluğu sinir bozukluğuna değil kakarakikiriye dönüştürebilen ekipler gezmek için iyidir.

Herkesten uzaktayım ama Deniz'in resmini bloga koyan ilk ben oldum naaber. Tembel dümbelekler sizi..

Hiç yorum yok: